28 Kasım 2012 Çarşamba

Bu Yeni Değil, Bu Da Yeni Değil, Hele Bu, Hiç Değil!


Duyduğum, okuduğum, zaman zaman tartıştığım konular olur. Hepimizin de olur mutlaka. Bir şekilde doğruyu bulmak, kendi inandıklarımızı paylaşmak, deneyimlerimizle bunlara örnekler oluşturmak insani ihtiyacımızdır belki. Bazen sırf o tartışmadan galip çıkmak, bazen anlaşılmazlığın elinde umutsuzluğa düşmek, bazen de yepyeni ya da en azından öyle olduğunu düşündüğümüz fikirlere iki koldan sarılmak da bu ihtiyacın başka bir bölümünü oluşturur.
        Yaratılıştan beri insanın bir başka ihtiyacı da, daha doğrusu en başlıca eylemi de, gözünün önünde tüm çıplaklığı ile duran gerçeği değil de, gerçeğin dışında olabilecek her şeyi kabul etme eğilimidir. Bunu şuna benzetebiliriz. İnsanoğlu hani en umulmadık şeylere dayanır, katlanır, taşır, aşırtır, göze alır ya… Konu kendisiyle yüz yüze gelmek olunca,  gösterdiği tüm bu gözü pekliğe ters orantıyla bu eylemi reddeder. Ağır gelir, umursamaz, yok sayar. İşte bu yüzden de kendinden kaçmanın en güzel yolu olarak, ilgisini çekecek, dikkatini dağıtacak yeni oyuncaklar bulur kendine. İşin en trajik yanı ise burada başlar. Çünkü o yeni diye eline aldığı şey, çürümüş, kokuşmuş olmasına rağmen yeniden ısıtılarak kendi önüne sunulan zavallı bir yemektir.
         Böyle bir zaman için de benim de bu evren, enerji, kuantum, secret, işte adına her ne deniyorsa, üstelik kendi içinde daha da fazlasını taşıyan meselelere kafam takılı uzunca bir süredir. Bir yazının konusu olamayacak kadar kolları da var bunların. Her seferinde nedense şaşkın kalmak da benim payıma düşen bu tarafta.
         Çok basit tarafından bakmaya çalışacağım bu ilk seferde. İlk görünüşte nasıl durduğu ile ilgili kısmına. Hani şu koşarak kucakladığımız, “bu yeni işte” diyerek selamladığımız ya da öyle olmadığını bilsek de, bizi bizden uzaklaştırmasına bile hayran kalacağımız tarafından.
          İşin ana fikri neydi? Pozitif düşünce, pozitif elektrik, pozitif mesaj, elimizde tuttuğumuz fotoğraf, yüksek enerji, evrenin enerjisi artı kendi enerjimiz, çoğaltın siz işte… Karşılığında elde ettiğimiz isteklerimiz, hayallerimiz… Nasıl sunuldu bize? Bir anda dünyayı sarsan “Secret” kitabıyla belki. Ya da evreni yeniden keşfettiğimiz kuantumla. Belki de kendi ülkesinde popülerliğini çoktan kaybetmiş bir isimle… Özetine baktığımızda durum ne? Biz ne istersek onu alırız. Biz ne mesaj yollarsak onun cevabıyla yüz yüze geliriz. Aslında evren nötrdür. Şimdi buna bu kısıtlı düşüncemle baktığımda bana oldukça tanıdık geliyor. Bir blogda rastladığım Secret kitabının tamamen bir alıntı (kibarcasını söylüyorum) olduğunu okusam da, ilgilendiğim kesinlikle bu değil. Çünkü bunu okumasaydım da zamanında ve herkesçe de çok iyi bilinen bir kitabı öyle derin araştırmalar sonucunda bulmazdım. Direk aklıma gelirdi. %100 Düşünce Gücü. Size de tanıdık geldi mi? Üstelik sadece bu değil, elinize alacağınız milyon tane kendini geliştirme kitabından da aynı “mesajı” alırsınız. Bunun Tanrı inancıyla aynı olduğunu da kendi yine kıt aklımla kabul edemiyorum. Çünkü ne verirsek onu alıyorsak, demek ki evrene verdiğimiz bir ters mesaja karşı ters mesaj görmemiz de mümkün. Oysa Tanrı’da terslik (kötülük) barınmaz! Bunun yeni olmadığı bir yanda, dünyanın geneline baktığımızda, aç insanları, çocukları, tecavüzleri, ensest ilişkileri, savaşlara daha gitmeden en özelde insanların yaşadığı binlerce acıyı düşündüğümüzde bile bunun ne kadar eğreti durduğu bir gerçektir. Bu insanlar evrene nasıl bir mesaj yollamış olabilirler ki, böyle bir geri bildirimle karşı karşıya kalsınlar. Biraz etrafınızda olup bitenlere baksanız, yitip giden canların hayatlarını öğrenme cesaretini gösterebilseniz, hemen yanı başınızdaki hani, evrenin nötr olma ihtimalinin olmadığını kendi gözlerinizle görürsünüz. Sırça köşklerde oturup, düşünceler aleminde, ayaklar yerden kesilmiş, idealar dünyasında yaşamakla, gerçeği öğrenmek maalesef aynı düzlem üzerinde değildir. Haklı olarak cesaret ister. Kısaca bu yeni değildir!
            Çok yakın zamanda ise yine bu konuya bağlantılı bir başka konu düşüncemde yer edindi. Melek Mikail’in enerjisinden yararlanmak. Kendi aklımca yazıyı gördüğüm dergiyi, sayısını, yazarını özellikle dikkat ederek bir şeyler söyleme niyetimdeydim. Lakin bir araştırdım ki, konu sadece bir dergi kapsamında değilmiş. Hatta tek bir melek kapsamında da değilmiş. Fazla geçmişe gitmeden İsa’dan sonraki ilk kiliselere baktığınızda tam da aynı düşüncelerin, kilise içine sızdığını, Tanrı inancıyla birlikte aynı yerde devam ettirilmeye çalışıldığını, bir şekilde sapkın ve putperest bir ibadetin aynı yerde bulundurulmaya uğraşıldığını görürsünüz. Yok, ben ille de daha eskilere gitmek istiyorum diyorsanız, İsa’dan önceki dönemde de, bu tip eğilimlerin baş gösterdiği gerçeğini rahatlıkla araştırıp bulabilirsiniz. İnsan kendi eski küflenmiş giysilerini, temiz giysilerinin yanına koymak konusunda çok başarılı. Ne kadar acı ki insan, amiyane tabirle, geviş getirmeye devam ediyor. Yani maalesef bu da yeni değildir!
             Peki o bu şu derken, bütün bu inanışlar kişiyi nereye götürüyor. Sözde evren derken, sözde enerji derken, sözde melekler derken aslında ve aslında bir yaratanı işaret ettiğini söyleyen bu akımların yolu nereye çıkıyor. Bu karmaşa kişiyi sadece ve sadece “kendi”ne çıkarıyor. Yani “ben”e, benliğe, gurura… Sizi yine geçmişe götüreceğim. Hani şeytan var ya, eski gösterişli melek. Hani şu göz alıcı olan, Lusifer.  Lusifer’in Lusiferliğini kaybettiği nokta neresiydi biliyor musunuz? Tanrı gibi olma isteği! Aynı istekle de Adem ve Havva’yı ayarttı. İçinde kaynayan gururuyla, onların da aklını çeldi. Şeytani fikir denilen şey; ikna edici, göz dolduran, yenilesi, güzel bir meyve olarak sunulan düşünce! –mış gibi gösterme... Çok üzgünüm sizi hayal kırıklığına uğratacağım, ama kendini yüceltmeyi seven ve kendisine tapınan insanın hali de yeni değildir. Hele bu, hiç değildir!     
            Kendi hayatlarımıza bir bakarsak, tüm fırsat sitelerini elimizden geldiğince takip ederiz, yetmez alış veriş merkezlerinde kendi fırsatımızı kendimiz yaratırız. Markette hangi marka diğerinden hem daha kaliteli, hem daha uygun peşini kovalarız. Ya da mahalle pazarından taze taze alırız sebzenin meyvenin türlüsünü. Politika konusunda okumadığımız gazete kalmaz. Yetmez, dünyayı biz de kurtarırız dost sohbetlerimizde. Melo’nın kalede bile başarılı olması, Fernandes’in akıl almaz pasları, daha nice detaylarıyla futbol gurusu kesiliriz. Tam zamanlı bir “spor aşığı” olarak hayatımızı adarız sevdiğimiz renklere. Memleketin haline üzülür, sevinir, öne çıkar, geride kalır, yorum yapar, protestolara imzamızı atarız. Yardım kuruluşlarında sanal ya da doğrudan destek vermek için çaba sarf ederiz. Sosyal medya ise vazgeçilmezimizdir. Eleştirir, söver, küfreder, bela okuruz. Kendimizi “akıllı”, geri kalan herkesi de “beyinsiz” ilan ederiz. Tüm bunları yaparız, ama iş “Ben neye inanıyorum?” sorusuna gelince sınıfta kalırız. Neye inanıyor olursanız olun, inandıklarınızı elinize alın, cebinizde tuttuğunuz tüm taşları da kucağınıza dökün… Bir kere de öyle bakın. Tekrar tekrar bakın. Yukarıda saydığım tüm o işlere harcadığınız zamanın onda birini de bu sorunun cevabına verin. Kim bilir, belki bir müzice olur!                  

9 Kasım 2012 Cuma

Gezdiklerim, Gördüklerim

  Gideli neredeyse bir sene olacak. Bu sezonda da devam ettiğini düşünürsek güzel bir oyun için, tekrar bir teşvik olsun... 

     Fantastik makyajı, harika kostumleri, göz dolduran oyunculukları, müzikalitesi ile "Şark Dişçisi" izlemeye değer bir oyun olmuş. Hagop Baronyan'ın yazdığı, Boğos Çalgıcıoğlu'nun çevirisi ile Engin Alkan tarafından sahneye konmuş. Özellikle Çağlar Çorumlu, Sevil Akı, Sevinç Erbulak, Ümit Taşdöğen başta olmak üzere figüranına kadar herkes çok iyi bir performans sergiliyor. Müzikalde tek sıkıntı daha tempolu müziklerin sözlerinin anlaşılmasında zorluk yaşanmasıydı. Ama oyun genel anlamda o kadar güzel ki, bunlar gerçekten seyirci için çok da rahatsız edici olmuyor açıkçası. Daha çok hicve ve toplumsal eleştiriye yer veren Baronyan'ın bu oyunu da, yine İstanbul Ermenilerinin hayatlarından bir kesit oluşturuyor. Aile, evlilik, aldatma, aşk konularına nükteli şekilde yaklaşan Baronyan (1842-1891), Alkan'la ve bu dönemde aynı noktada buluşmuş. 
    Bütün bunlarla birlikte, Alkan'nın oyun kitapçığındaki yazısı oyuna kattığı değerden çok daha ileriye gidiyor:

 "Mimesis Dergisi'nin bir araştırması sayesinde tesadüfen haberdar olduğum Hagop Baronyan'la aylardır çocukluğumun geçtiği Samatya Sahakyan Nunyan'ın (Ermeni okulu) bahçesinde oyun arkadaşlarımlayım. Kulağımda hasta olduğumda Nüverik Yaya'nın (nine) bilmediğim dilde ettiği dualar, Mardik ve Mıgır'la bitmek bilmeyen gazoz kapağı rekabetleri... Kimdi hatırlamıyorum, mahalleye yeni taşınmış irice bir çocuktu, Jaklin'in boynundaki haçı koparıp yere fırlattığında nasıl da korkmuştuk. Yüzlerimizdeki şaşkınlığı ve o çocuk günlerine çok ağır gelen utancı hala unutamam... Barış içinde, özgür bir gelecek için geçmişin perdesini bir kez daha açalım. Hepinize iyi seyirler "

4 Eylül 2012 Salı

140 Karakter

     Akıp giden zaman içinde belki bir neslin hiç tanıklık etmeden, adına yabancı olarak kalacakları, kayıp gidecek bir sürü şey var şimdilerde elimizde. Bir çok terim hep anlamsız kalacak onları uzaktan izleyen geçmiş sahipleri için.Unutulan her şey, iki parmağın arasındaki tuşların seslerinde kendine yeniden başka bir boyut kazanıyor artık. Ulaşılmazlığı, ulaşılır kılan bu olağanüstü zamanın en çelişkili bölümü de burada başlıyor ne yazık.  
   İnsanların artık ceplerinde taşıyabilecek kadar küçülmüş, gittikleri her yere götürebildikleri o "sanal dünya"ları, 140 karakterlik bir yaşama da onları hapis etmişe benziyor. Sokak oyunlarının artık maalesef kalmadığı dönemden yakınmak bile maziye karışıyor. Belki de tüm karmaşanın içinde kendine hep belli bir ölçüde yer edinebilmiş bir eylem geliyor insanın aklına: Okumak.
    Çocukluğum ve ilk gençlik yıllarımı düşündüğümde, gözümün önünde ille de her durumda elinde kitabıyla bana örnek olan birileri vardı hep. Her bir dönemde üyesi olduğum bir dergi ve tam bir göz açlığıyla aldığım kitaplarım vardı. O dergilerin çıkış tarihleri geldiğinde, bir kitabı elime aldığımda nasıl heyecanlandığımı bugün gibi hatırlıyorum. Hatırlıyorum, çünkü hala almaya ısrarla devam ettiğim dergilerim, kitaplarım var. Bilgisayarın bana ulaştırdığı sınırsız bilgi okyanusu, benim için soğuk bir cam parçasından öteye geçemiyor maalesef. Ben ellerimde tuttuğum kitabın ya da derginin o kendine özel baskı -yenisi ile eskisi ile değişir hep- kokusunu duymak, beni derinden etkileyen satırları çizmek, sessizce yanımda bana her yerde eşlik eden o sıcaklığı ve belki de bir çokları için klişeleşen dostluğunu çantamın bir köşesinde hissetmek, benim için hep özlenen ve istenen oluyor çünkü. Başka türlüsünü bilemiyorum belki de...
      Ben başka türlüsünü bilemesem de, her dönemde aynı sorun olarak karşıma çıkıyor. Uzatılan bir çok elden "Okunmuyor-okunmaz ki" sözleriyle geri dönüyor kendine sahip bulduğu ellere. Okumaktan korkmak, üşenmek, boş vermek, bir coğrafyada daha üst sıralardaysa da, bu ne kitap basımından vazgeçmek, ne de dergilerin o renkli dünyasında kaybolmamak için bir gerekçe olmalı. Bunu gerçekleştirmek için "yel değirmenleriyle savaşan şovalyeler" çıkacak hep biliyorum. Delicesine belki, ama bir o kadar da cesaretle.  
      Sonuç olarak, okuma eylemi devam edecek ve biz insanlık bazen, kendi o kara koyu, o cüretkar asi, o baş kaldıran, o merhamet kıyısındaki iç yüzlerimizle; şaşırarak, korkarak, sevinerek, sarsılarak yüzleşeceğiz! 
       
     
        

3 Temmuz 2012 Salı

Gezdiklerim, Gördüklerim

   Geçen hafta sonu, uzun bir aradan sonra, üstelik Müzekart avantajı ile iki farklı müzeyi ziyaret etme fırsatım oldu. Değişmeyen ve korunan özellikler beni mutlu ederken, diğer yandan bazı değişmezler ise, yine aynı geçmiş hayal kırıklığını yaşattı maalesef.

   Ayasofya Müzesi, ziyaret edenlerini o ihtişamlı büyük giriş kapısı, balkon kısmına çıkan tünel yolu ile her zamanki gibi geçmişin o inanılmaz değerli zamanlarına götürmeye yetiyor da artıyor bile. Yapının mimarisi yanında, o zeminde bire bir yaşamış, o havayı bire bir teneffüs etmiş kişileri düşünmeden edemiyor insan. İki farklı inancın bir şekilde buluştuğu bir mekan olması özelliği de ayrı bir detay tabi. Çünkü inancınız o yapıda hissedeceklerinizi de değiştiriyor ister istemez.
  Hayal kırıklığı sebebine gelince. Daha önce restorasyon kapsamında yapının bir bölümünde muhafaza edilen taş levhalar üzerinde gördüğüm tebeşir çizimlerine rastlamamış olmak sevindirici iken, balkonu çevreleyen koca mermer kenarlığın üzerine kazılmış, kazınmış yazıları görmek ise inanılmaz üzücüydü. Nedenini, niçinini, araştırmak, bilmek, anlamak, o yapıya verilen zararın telafisine çare olmuyor ne yazık ki.

    Diğer uğrak yerim ise Arkeoloji Müzesi oldu. Bir şekilde ismini sürekli duyduğum, ama ziyaret eme fırsatı bulamadığım bir yerdi bu müze ya da müzeler de diyebiliriz. Bahçedeki o inanılmaz geniş yapısı ile aslında bir gün ve bir kaç saat içinde gezilecek bir yer olmadığını daha baştan söyler gibi duruyordu. Nitekim görüntüsü ile doğru orantılı bir iç haznesi olduğunu da gezerken ya da en azından gezmeye çalışırken daha iyi anladım. Daha önce hiç ziyaret etmemiş olanlara kesinlikle erken bir saatte ve hatta kim bilir belki de, bir kaç gün ayırarak gidip gezmelerini tavsiye edebilirim. Çok daha fazlası için Arkeoloji Müzesi sitesine göz atabilirsiniz.



4 Haziran 2012 Pazartesi

Gezdiklerim, Gördüklerim

     Bu hafta birbirine çok yakın mekanlarda, iki farklı sergi gezdim. Aslında ifade ederken elde edilen görüntüyle ilgili çoğunlukla tek bir ifadede buluşan sanatların sergisiydi bunlar: Resim ve fotoğraf...

     Birinci uğrağım, Zulal Üşenmez Ertürk'ün  resim sergisi oldu.Birlikte büyümenin yanı sıra, her zaman yeteneğine hayran kaldığım biri kendisi. O küçük yaşlarda başlayan yeteneği, ilerleyen zamanlarda da kendi gerçek uğraşısını da eline verdi. Sevdiği ve yeteneği olan işi yapan ender insanlardan biri aslında. Teknik konuda  yorum yapabilecek biri değilim kesinlikle. Her zaman resmin, gerçeği nasıl taşıyabildiğine hep çok şaşıranlardan oldum ben de. Resim, benzer bir çok sanat gibi yeteneğin ne olduğunu bana hep hatırlatır durur. Bazı şeyleri öğrenebilirsiniz evet, ama doğuştan gelen yetenek  asla sahip olamayacağınız kişiye özel bir armağandır. Bu armağanın neler yaptırabildiğini görmek ve hayranlıkla izlemek için, bulunmaz bir fırsat bence bu sergi. Hala devam ediyor üstelik. 9 Hazirana kadar Karşı Sanat-Beyoğlu'nda...

Detaylar için: Zulal / Portreler II


     İkincisi ise; Achille Samandji ve Eugene Dallegios'un fotoğraf sergisiydi. İstanbul manzaralarının fotoğrafçıları olarak anılan bu iki ismin sergisi ise oldukça nostaljik ve şaşırtıcı estantanelere ev sahipliği yapıyor. Geçmiş İstanbul'u seyretmek, bazen hüznü, bazen sevinci, bazen şaşkınlığı, bazense özlemi yaşatıyor izleyene. Sergi 20 Hazirana kadar, Yunanistan İstanbul Başkonsolosluğu Sismanoglio Megaro binasında, meraklısı için sergilenmeye devam edecek

Biraz daha  bilgi derseniz: Achilles Samandji and Eugene Dalleggio



Gezdiklerim, Gördüklerim

     Geçen haftalarda, Kadıköy Halk Eğitim Merkezi'nde sahnelenen, Dostlar Tiyartrosu'nun "Ben Bertolt Brecht" oyununu izleme fırsatım olmuştu. 2011-2012 TEB Yılın Tiyatro Oyunu Ödülü'nü almış bu oyun gerçekten de sanatla, gündemi çok iyi harmanlamıştı. Göndermeler çok yerinde ve yeterli düzeyde kaldı. Müzik, dans, anlatı ve şiirin iç içe geçmiş olduğu oyunda, oyunculukların eleştirisini yapmak sanırım benim pek haddim değil. Söz konusu isimler içinde Genco Erkal'da varsa özellikle.
     Fakat Tülay Günal'la ilgili dikkatimi çeken şeyi burada aktarmak istiyorum. Daha önce de aynı şekilde bir müzikalde, Çetin Tekindor ile birlikte "Rita'nın Şarkısı" oyununda izleme şansım olmuştu kendisini. Orada da gördüğüm, kesinlikle burada gördüğümden hiç farklı değildi. Hem sesi, hem oyunculuğu, birlikte oynadığı partnerinin yılların sanatçısı olması ise kesinlikle Günal'ı bir adım dahi geride tutamamıştı. Kesinlikle göz ardı edilemeyecek oyunculuğu ile benim için bu gecenin özel ismiydi. 
     Dizilere kısılıp kalmak, sanatçıları ve oyunculukları o zorunlu çerçevede izlemek, seyirci için ayrı kayıp, oyuncu içinse belki biraz risk taşıyor sanırım. O yüzden tiyatronun farkını hep hafızada tutarak, koşullar elverdikçe, sanatçıların özgün performansları için bu tip etkinliklere mutlaka zaman ayırmakta fayda olduğu gerçeğini atlamamak gerek. O büyülü dünyanın içine yaptığımız yolculuk ise, boğçalarımızdaki en değerli katık...

11 Nisan 2012 Çarşamba

Olamaz Mı?

Ve;
Bazen ağlarken de güler insan, ağladıklarının basitliğine...
Ya da severken aslında kendi yüreğinin gücüne şaşar insan bazen,
Ne kadar özensiz olduğuna ya da...
Yan yana dururken yalnızlığın
Ve hala pür inat devam ederken yalnızlıkta,
Kopamaz da...
Ölüm derecesinde korkar bazen; gözlerden, saçlardan, gülüşlerden...
Olamaz mı?

29 Mart 2012 Perşembe

Düş Gücü...


Dünyayı sevginin kurtaracağı –bir şarkıda dediği gibi- gerçeği aslında kişinin kendi içinde yapacağı çok küçük bir yolculukla bile aşikardır. Ekonomik olarak elde edilen güçler, belli bir titre sahip olmanın getirdiği iyi olma hali, yani egonun tatmini de aslında bir yere kadar doyurucudur. İnsanın peşine düştüğü hayalleri sevgi’yi yakalamak, tutmak, kaybetmek,  büyütmek, yaşamak içindir çoğunlukla. Geri dönüşleri, pişmanlıkları, sorgulamaları…
En özel yeri düşünceleridir insanın. Anılarını biriktirdiği, hayallerini büyüttüğü, umutlarını perçinlediği, geleceğini süslediği, ulaşamadıklarını, özlemlerini düşlediği. En ulaşılmaz yeri üstelik, en mahremi, en gizemlerle dolu olanı. Sadece ve sadece kendine ait, kimsenin giremediği. Orada, sadece orada yaşayabileceği benzersiz bir dünyayı yeniden yaratacağı, yeniden yaşayabileceği, olmadı silip, baştan başlayabileceği. Uçsuz bucaksız kocaman bir evren, düşüncelerimiz…
Kim bunu nasıl anlamlandırıyor olursa olsun, tanımı ne olursa olsun, insanın içinde hep var olan, kimi zaman aktarılmış, kimi zaman aktarılmamış… Siz ona ne ad verirseniz o adı almaya hazır. Ama yeni değil, ilk değil. İnsanın varoluş sebebini bilme, bulma ve bu oluşu anlamlı kılma adına yaptığı kendi iç yolculukları, tüm hücrelerine dahil edebileceği bir yaşam. Asla uyanmak istemeyeceği bir rüya. Gerçek dünyayla birlikte ama tamamen de ayrı aynı zamanda. Bazen doğrunun ne olduğunu sorgulayan, bazen tüm doğrulara rağmen aykırı davranmayı arzulayan, ya da bazen her şeyi bir görece haline getirmeyi amaçlayan. Durulmaz, sınırlanmaz düşüncelerimiz. Söze dönüşmesi önemli değil üstelik. Kendini gerçekleştirme isteği tüm ihtiyaçlarını, bu dünyadaki duruş sebebini sorgularken, o piramitteki belki de en özel yerde gizliliği. Ait olma ve sevilme…
Severseniz hareket etmeden yapamazsınız çünkü. Mutlaka bir şey yapmak istersiniz. Ulaşabildiğinizde görecelidir bu, eylemseldir. Ulaşamadığınızda ise düşüncelerinizde en dipte yerini alır. En önemlisi ise işte bu derin dünyanın gizemini elinizde tuttuğunuzu bilmek, değerini kavramak, iliklerinize kadar yaşamak için gereken tüm düşünsel çarkları aktive etmektir. Hepsi sizin neyi bilmek, neyi görmek, neyi tanımak istediğinize dairdir. Yaşamın kısa bir soluk olduğu gerçeğini de ekleyince üstelik…

5 Mart 2012 Pazartesi

Ertelemek...


Hayatımız planlar ve bunları yapma ya da erteleme üzerine kurulur bazen. Bazen plan da yapmayız, kendi doğal akışında gider her şey.  Yine de şimdi olmasın, sonrasında kalsınlarımız vardır bir köşede. Bizi bekler.
Zamansızlık, parasızlık, keyifsizlik, cesaretsizlik, inançsızlık... Bekler bir şekilde. Ne garip dünya ertelemeden dönmeye devam ederken, hep yanımızda zannettiklerimizin ne kadar kolaylıkla uzağımıza geçebileceğini düşünmeden yaşarken, erteleriz.  Oralarda bir yerlerde tamamlanacak işler, yapılacak programlar, hedefler, düzenler,  sanki olmazsa olmaz amaçlarımız gibi, bizi ayakta tutan umutlar gibi ertelenir ve beklerler bizi. Bu yüzden severiz de biraz ertelemeyi. Oysa bir nefes alışı kadar kısa, bir göz kırpışı kadar anlık ve elimizden uçup gidebilecekken hayat, ertelemek belki de sadece şu iki şey için mümkün değildir: Doğum ve ölüm. 
 Gerisi aslında koca bir hikaye gibi durup durur tüm o ertelemelerin içinde…

19 Şubat 2012 Pazar

Kazanmak


Aslında sene sonu gelip de, yeni bir yıla giriş yapılacağı zaman, yeni planlar da akıllardan geçmeye başlar. Çok büyük hedefler koymasa da insan kendisine, geçen yıla dayanan olumsuzlukların hesabını kendi eylemlerine kesiyorsa mesela, en azından kendinden başlamak ister yeniliğe.  Kendi bakış açısından başlamak ister. O çok bilindik hatalarını(!) yapmak istemez hani. Bunun sözlerini verir kendine. “Bir daha…” ile başlayan bir sürü cümlenin kaydını tutar elindeki deftere. Daha sonra bunların üzerine eklenir her şey. Hayatın getirdiklerine selam, götürdüklerine de elveda diyecek kadar umarsız yaşamayı hedefler. Beyninin düşüncelerle yanması yerine, o çok sevdiklerini yüreğinin en üst köşesinde taşımak yerine, en ince detayı irdelemek yerine, sorgulamak yerine, elemek yerine, ey vallahsız yaşamayı planlar. Bunun gereklerinin yerine getirilmesi ile uğraşır olur artık. Artık düşüncelerini tüm bu zavallı planlar kaplar. Tabii bunun yanında iş hayatı için, yapmaktan hoşlanılan zevkler için, sosyal-kültürel birçok şey için planlar da yapılmaya devam eder tüm bunların yanında. Asıl niyet kazandıkları ve kaybettikleri ile ilgili bir ödeme planı çıkarmaktır. Kazanmanın kendisi için artık başka anlamlar taşımasını ister.
Oysa gerçek bir boşa uğraşıdır hepsi. Bilir ki “bir daha…” diye başlayan cümlelerin kendisi için devamı asla olmayacaktır. Çünkü “kazanmak”, onun için beklediklerini elinde değil, yüreğinde tutabilme halidir. İnsan olarak her ne kadar görebildiği, dokunabildiği, fiziksel olarak hissedebildiği ile iyi olsa da aslında her şeyin hayatın düşüncelerine, bakışına ne kattığı ile ilgili olduğunu bilir. Dönüp geçmişi düşündüğünde, yüreğinde açtığı koca boşluğa rağmen, hayatından kim bilir kaç senenin heba edildiğini düşünmesine rağmen, bu heba edilmişliğin faturasını kendine çıkarmasına rağmen; boşa geçen zaman yoktur, boşa verilen emek, boşa verilen sevgi…Tüm bu halleriyle hayatı kendine katmaktır asıl olan. Çok iyi bilir bunu. Kazanmak, tam da bu yerde işte!

14 Şubat 2012 Salı

Bir Bilseydin...

Bir bilseydin
Sözcüklerin büyüyüp yüreğimi kapladığını,
Sessizliğin orta yerinden geçip gelirdin, bilirim.
Dokunuşunun özlemini ellerimde hissederken,
Ruhumu apansız sarar sarmalardın o an.
Sonra belki birlikte bakardık özlemlerimize,
Belki dans ederdik hayatın inciten karanlığına karşı,
Var olan müziğe rağmen kendi şarkımızı söylerdik üstelik ,
Bağıra çağıra hani.
Yeniden çizerdik yolumuzu
Kim bilir nelere inat.
Görünmez aşkın görünen yanıydı ya aramızdaki,
Sana ve bana dair olan her şey gibi,
Elimize alır büyütürdük biz de, bilirim.
Bir bilseydin, ama bir bilseydin…

Vazgeçemediklerimiz...

Yapışıp kalmış gibidir vazgeçemediklerimiz. Yürek sızısı olur, tarifsiz sevinç olur, unutulmaz olur. Vazgeçilemezler.

Çocukluk anılarımızdan başlarız vazgeçmemeye. Öyle hepsinden değil belki ama o sıcak ve güven veren kokusundan vazgeçemeyiz. Bize kalan anılarda hep resmini taşırız zihnimizde. Kitaplarımızdan vazgeçemeyiz. Ne kadar çoksalar, biz de onlarla çoğalırız. Kimseye veremeyiz üstelik, bizim gösterdiğimiz değeri bulamayacaklarından korkarak. Müziklerimizden vazgeçemeyiz. Onlar “anı”lardır, “an”lardır geçmişten bugüne. Yaşadığımız her bir dönemin, bizde kalan izlerinin en iyi tanıklarıdır. Yüreğimizi çizip geçerler çoğunluk ama onlarsız da olmaz. Şehrimizden vazgeçemeyiz, nereye gitsek dönmek isteriz hep. Her uzak kalıp geri dönüşümüzde, içimize çekeriz çokça havasını, yıllarca ayrı kalmışcasına. Sadakatimizden vazgeçemeyiz, ihanetler görsek de öyle ağır mesela. Öyle inanılmaz hani. Ama hiçbirinin bizi ezmesine izin vermeyiz. Onlar gibi oluruz aksi halde. Heyecanımızdan vazgeçemeyiz, bizi harekete geçiren, yaşadığımızı hissettiren heyecanımızdan. Bazen ellerimizi ve bacaklarımızı kullanamaz hale gelene kadar titrediğimiz zamanlar olur, ama yine de vazgeçmeyiz çünkü o biziz… Sevincimizden vazgeçemeyiz, çok küçük şeylerin bizi sevindirmesi yeter çünkü. Belki bu yüzden çok değerli de olmayız, ama “değer” dediklerimizden de olmayız. Acı çekmekten de vazgeçememiş oluruz belki… “İdeal”lerimizdan vazgeçemeyiz, onlarla yenileniriz, onlarla keşfederiz hep kendimizi. Sınırlarımızı, değerlerimizi, sahip olduklarımızı. Sevgimizden vazgeçemeyiz. Parçalanırız , bölünürüz, dağılırız ama hiç vazgeçemeyiz.

Belki de tüm bu vazgeçemediklerimizden, vazgegeçemediğimiz inancımızdan vazgeçemeyiz. Değerli olur hep. Bağımlılık değil, bağlılıktır yani. Biraz geçmişe, biraz şimdiye ve biraz geleceğe ümit olsun diye…

Çekinceli Şiir

Tutunduğu kadar yakınsa her şey,
Ya kıyısında, ya uzağındaysa yaşam,
Ya hoyratça harcanan,
Ya da anlamsız kavgalardan.
Değerinden uzak aşklardan
Kiminin sahip olduğu,
Kiminin sahip olmaya hedef koyduğu…
Elde var bir!
Tutunduğu kadar yakınsa her şey,
Dağıtmak geliyorsa toplamanın ardından,
Bozmak gölgesiyse yapmanın,
Bırakmak meziyet olmuşsa çoktan…
Elde var bir!
Tutunduğu kadardır her şey,
Tutunduğu kadar döner dünya,
Ve yalnızlığın baş ucudur zaman.
Elde var…
Hiç!

Öyle Bir...

Öyle bir gelsen ki hani
Sadece sen,
Sözlerinle sen, bir sesinle birlikte…
Öyle bir gelsen ki hani
Öylece sen,
Gözlerinle sen, bir gülüşünle birlikte…
Öyle bir gelsen ki hani
Sen, sadece sen,
Bir kendinle, tam kendinle birlikte…
Bir gelsen ya hani işte
Neler değişir
Kim bilir…

Küçük Bir Zaman

Küçük bir zamandı
Beni sana getiren.
Güneşli bir sabah.
Oysa bilemezdim az sonra ellerine ellerimi bırakacağımı,
Bir küçük heyecan yüreğimde saklı, adımlarım sık,
Beni sana getiren.
Oysa koca bir tebessümün içinde saklıymış dünya,
Yeniden keşfedilmiş,
Yeniden yaşamaya değer her şey.
Birden çıka gelen bir çocuk sevinci gibi,
Beni sana getiren.
Oysa cambazın üstünde gezindiği ipmiş bu sevda,
Ha düştü ha düşecek ayarında,
Risk almak değil, ateşle oynamakmış,
Beni sana getiren.
Küçük bir zaman
Şimdi beni senden ayıran.
Bir gece sesi,
Belki bir şarkı sessizliği.
Küçük bir zaman…