24 Kasım 2014 Pazartesi

Interstellar ya da The Lazarus Mission

"İsa ağladı." Bu cümle İncil'de Yuhanna'nın 11.bölümünün 35.ayetidir ve İncil'deki en kısa ayettir. Lakin söz konusu olay bu dramatik sonla noktalanmaz. İsa Lazar'ı diriltir. Herkesin gözü önünde, sarılmış olduğu kefene rağmen Lazar mezardan çıkar.
Interstaller filmi bilim-kurgu sevenler için ne kadar doyurucuydu bilemiyorum (ki bir çok kişinin çok büyük beğenisini kazandığı bir gerçek); ama benim gibi bu tarz filmler sevmeyen biri için bile yeterince güzel bir kurgudaydı. Kucak dolusu duygusallık, bir avuç aksiyon, bir çimdik espiri ile seyirci ile arasında yeterli bağı kuruyordu. Müzikleri ile ilgili de bir çok şey duymuş olsam da nedense beni benden alan bir fon müziği bulamadım kendime. Görselliğinde ise ben çok daha fazlasını beklemiş olacağım ki kendimi o uzayda kaybedemedim maalesef. Belki de bilim-kurgunun gerçekten bir kurgu olduğunu bilmem gördüklerimin de benim için görsel şölene dönüşmesine engel oldu. Bilimsel açıdan ise incelemem mümkün değil. Karadeliğin içinden  5.boyuta çıkılabilir mi, çıkılamaz mı bunlar elbette benim takıldığım noktalar da değil. Mutlaka bilimsel birçok veriye dayanıyordur senaryo. Ayrıca senaristlerin, yazarların, istedikleri kadar uçma hakkına sahip olduklarına inanıyorum. Hayal gücüyse eğer sonuna kadar kullanma özgürlüğüne sahipler. Bunun yanında şunu da es geçmemek gerekir; True Detective ile gönlüme taht kuran Matthew McConaughey oyunculuk gücünü yine bu filmde de konuşturuyor.
Ben konunun kendi açımdan bir başka yönüne dokunmak istiyorum. Genelde hep ya uzaylılardan korkar, ya uzaylılardan medet umar ya da zaten hep uzaylılar himayesinde yaşadığımızı öngören yapımlar, yazılar bulmamız ve rast gelmemiz birçok açıdan bıktırıcı olmuşken film bu açıdan seyirciyi bambaşka bir sona götürüyor. İnsanın yine insana duyduğu sevgi, aralarındaki duygusal bağ, aslında tüm o boyutların ötesinde tutunabilecek tek umut olarak veriliyor. Çaresizliğin içinde görüp görebileceğimiz tek ışık yine insan gücümüz oluyor. İnsanın tanrısallaştırılmasına çoktan alışmış olsak da bilim-kurgu filmleri içinde kedine yekten bir yer ediniyor. Fakat işin ilginci bu işi başlatan Nasa'nın bu "kurtarma görevine" "The Lazarus Mission" adını vermesi. Nolan kardeşler öyle olacak ki hala eteklerini Tanrı'nın gölgesinden kurtaramamışlar. Tanrı'yı ekarde edip, yerine insanı koymanın çok da dahice bir fikir olduğunu ben düşünmesem de, elinde hiçbir umudu kalmayan insana "umut sensin"  mesajı vermek filmin pazarlaması açısından oldukça dahice. Bu konuda birbiri ile aynı bir çok kitabın satış rekorları kırması, insanların hala bu "umut"tan bıkmaması Nolan'lar için de yeterli olmuş. Gittikçe daha da kötüleşen dünyanın, önüne geçilemez savaşların, yok oluşların içinde kendi başına yine kendi bilinçsiz kötülüğü içinde çırpınan insan için yine ve hala  vazgeçemediği bir umut bu film bu yüzden de. Hala insana güvenen insan için "bunu yapabiliriz" dedirten ve salondan çıktığında yeni bir gezegene adım atmış kadar mutlu insanlar olmuştır elbette.
En başa dönersek Nolan kardeşler ironik bir şekilde insanlığı kurtarma görevine Lazar'ın ismini verseler de, Lazar'ın dirilmesi, sadece İsa'ya inanmayanların  ya da inananların tanık olduğu bir olay değildi. Sadece büyük bir mucize de değildi. Orada bu mucizeden önce gerçekleşen  çok daha başka  bir şey vardı. Göz yaşı! Dostunu kaybeden bir adamın göz yaşıydı o... Çocuğunu kaybeden bir babanın göz yaşı... Bunu yeniden hafızama kazımam ve yaşamımda "Tanrı kim?" sorusuna verdiğim cevabı yeniden kendime hatırlatmam bu filmden benim payıma düşen şey oldu. 
Gidin filmi görün ve siz de bu soruyu kendinize sorun. İyi seyirler...

16 Ocak 2014 Perşembe

Yine Mi Hüzün?

Her mevsim kendine özeldir. Yani kimi için hüzünlü, kimi için vazgeçilmez olan sonbahar ille de yapraklarını döker. Ya da soğuktan donmuş tüm hücrelere adeta nokta atışı yaparak ilaç gibi gelen yaz, kimi için hayattır da, kimi için bir an önce geçip gitmesini beklediği bir cezadır. Yine de yaz yazlığını yapmaktan geri duramaz.
Sevdiklerini kaybetmiş insanların kaçınılmaz bir biçimde içine düştükleri bir duygu durumudur hüzün. Tıpkı bir mevsim gibi… O sinsi ve pis karanlığın sessizce gelip sevdiğinizin yakasına yapışarak yavaşça sizden uzaklaştırmaya başladığı dönem de olabilir bu, o kaybı hatırlatacak başka özel bir gün de… Yine tıpkı bir mevsim gibi kendiliğinden gelir. Çoğu zaman kimseyle de paylaşmadığınız bir zamandır. Acıyla besleniyor gözükmekten korkarsınız çünkü. Geçen onca zamana rağmen “yine mi hüzün”dür belki diğerleri için.  Gerçek bir depresyon gibi sizi sarıp sarmalamaz zaten. Dış dünyada her şey yolundayken içeride bir yerde hüzünle yüz yüze gelip hesaplaşma yaptığınız bir tekrar zamanıdır sadece. Dolayısıyla sizin varlığınızın bu hesaplaşmada yeri yoktur. Zaman zaman kulak kabartıp neler konuşulduğunu duymaya çalışsanız bile, bu sürece sadece ev sahipliği yaparak eşlik edersiniz.

Yine de hüzündür işte! O boşluğun dolduğu bir yalandır. Zamanla alıştığınız ya da yaşamayı öğrendiğiniz şeye doldu demek düpedüz bir sanrıdır. Tüm o alışma ve öğrenme süreci içinde size tek gerçek Şifayı Veren’in bu dünyadaki elleriyle geçer zaman. Tüm yapıyı ayakta tutan iki dev sütun gibi yanı başınızdaki Şifacı! Her düştüğünüzde kolunuzdan tutan, her devrildiğinizde yeniden sıkı sıkı sarıldığınız Güç! Bu yüzden bilirsiniz o hüznün bir kaçış olmadığını, bir korkaklık, bir bağımlılık… O hüzün eski  bir tanıdık gibi gelir, biraz durur, bir merhaba der ve gider. Sonra ne olur bilir misiniz? O tanıdık huzurun yeniden sizi dolduruşunu hayranlıkla izlemeye başlarsınız. Yeniden doğar, tazelenir ve yeni bir mevsime geçersiniz. Kim bilir belki minik bir parça yaş da içinize akar bir sonraki hüzün mevsimine kadar…

30 Aralık 2013 Pazartesi

Zorlu 2Cellos

        Aylar önce alınmış biletlerin zamanının gelmiş olduğuna inanamadığım günlerden biriydi bugün. Yani 27 Aralık 2013 Zorlu Center'daki 2Cellos konserine nihayet gidebileceğim gündü. İş yerinde tüm zamanımı da internetten 2Cellos dinleyerek geçirdim. Bir nevi geceye hazırlık... Videolarını seyrederken o inanılmaz performanslarının canlı olarak nasıl bir değişim göstereceği, en azından benim üzerimdeki etkisinin nasıl olacağı konusu çok da üzerinde durduğum bir soru değildi. Sonuçta çok iyi bir dinleti olacağı zaten aşikardı.        Tüm günü geçirip sıra konser alanına gitmeye geldiğinde artık bende heyecan doruktaydı. Gözünü sevdiğimin metrobüsüyle bir çırpıda Zorlu'da bulduk kendimizi. Özellikle dikkatimi çeken şey, herhangi bir güvenlik görevlisi ve güvenlik kontrolü olmadığı halde içeri girdik. AVM'lerimize eklenmiş yeni bir tüketim cennetinin içinden, büyük bir alanı kaplayan kültür cennetine geçiş yaptık. Girişin aksine her adım başı görevlilerin bulunduğu bu gösterişli bölümde konser zamanını doldurmaya başladık. Balkon kısmını görememiş olsam da sahne önündeki alanın tamamı doldu. Fakat ne yazık ki konser, başlama saati 21.00 olmasına rağmen, 21:30 da başladı. Ben diyeyim sosyetemizin ağırlığı, siz diyin cuma trafiği...
         Öyle sözler vardır ki, sizde gerçekleştiği zaman o sözlerin ortaya çıkışı da daha bir anlamlı  olur. Daha somut ve elle tutulur hale gelir adeta. Bu gece de benim için tam da öyle oldu. Ellerimi birbirine kenetleyip, nasıl olduğunu bile anlamadan taş kesilip, rahatça koltuğuma yaslanıp izlemektense, neredeyse sahneye atlamaya hazır bir psikopat hayran edasıyla tüm konser soluksuz kaldım. Sadece bir ara eşimin beni dürtüp, kendime gelmem ve rahatlamam için beni uyardığını hatırlıyorum. Benim de buna karşılık hayal meyal "Ben şoktayım şimdi." dediğimi... İnternetten izlerken az çok performanslarının nasıl bir düzeyde olduğunu bilmekle, onları canlı dinlemek arasında farka şahitlik etmek, gece için ödediğim ve benim için oldukça yüksek olan tutarı çoktan unutturmuştu. Bir enstrümanı çalmakla, yaşamak ve ona aşık olmak arasındaki farkın ne demek olduğunun iki net örneğiydi karşımda duran bu iki Hırvat çellocu. Üstelik onlara eşlik eden bateristi de bu anlamda es geçmemek gerek. Fosforlu bagetleri ise gecenin en afilli görseliydi. Görsellik demişken müziğe eşlik eden ışık sistemi de konser içinde yüksek puan alan  bir başka detaydı.
           Konserle ilgili söylenecek çok söz olsa da özellikle Zorlu Center'da olmasının, bilet fiyatlarının yüksekliği ile de doğru orantılı zor tepki veren bir seyirciye karşı çalıyor olmaları gibi bir faktörü doğurmuş olduğunu gördük. Bu da öyle zannediyorum ki bu iki çellocuyu biraz hayal kırıklığına uğrattı. Konser sonrası verdikleri imza ile biraz daha yakınlaştıkları seyircileri, umarım onlar için yeterli bir teselli olmuştur. Koca arenalarda büyük seyirci kitlelerine çalmış ve büyük reaksiyon almış iki sanatçı olarak, bir kısım seyirci yüzünden tepki verecek diğer seyircilerin de bir şekilde kendilerini durdurdukları bir gecede, en özel sürpriz de, bis için geri geldikleri sahnede Tarkan'ın "Şımarık" şarkısının salonda yankılanmasıydı. Sahnede onlara eşlik etmek üzere seçilen iki kızımızın neden oraya çıkarıldıkları sorusu  da aklınızdan hiç gitmeyecek gecenin bir diğer rahatsız edici sürpriziydi maalesef.
            Harbiye Açık Havada yapılacak bir yaz konserinin 2Cellos'a daha çok yakışacağını düşünüyorum. Daha ucuz bilet fırsatlarıyla donatılmış bir konser için, üstelik konserinden haberdar bile olamamış hayranları, hem de gerçek hayranları ile buluşabilmeleri için bana göre daha uygun bir ortam olacaktır. Sonuç olarak kulaklarınızdan asla silinmeyecek müzikleri ile sizi nefessiz bırakabilecek bu iki adamı mutlaka müzik listenize ekleyin.


5 Kasım 2013 Salı

Gezdiklerim, Gördüklerim

    Geçtiğimiz cumartesi (2 Kasım 2013) Kozzy Alışveriş Merkezinde bulunan Gazanfer Özcan sahnesinde Duru Tiyatro'nun oyunu olan "Nafile Dünya"yı seyrettik. Tiyatro ve sinemanın o gizemli dünyasında  kaybolmaya aşık biri olarak oyun öncesi her zamanki gibi heyecan ve merakla doluydum. Beklentime uygun bir oyun ve performansla karşılaşacağıma da neredeyse adım gibi emindim. Özellikle geçtiğimiz senelerde aynı tiyatronun "Sondan Sonra" oyununu seyretmiş olmak benim için yeterli bir referanstı. Belki de öncelikle bu oyundan kısaca bahsetmek daha yerinde olur.
   Emre Kınay ve Ahu Türkpençe'nin birlikte oynadıkları oyunun konusunu tiyatronun kendi sitesinde bulabilirsiniz. Bir tiyatroda görmeye belki hazır olmadığınız ya da hiç rast gelmediğiniz sahneleri  görmeye, yaşayamaya hazır olun derim ben. Oyunu izlerken yaşadığım gerginliği, bunu canlı bir şekilde gözlerimin önünde yaşayan oyuncuları, oyunu çok fazla deşifre etmekten çekindiğim ayrıntıya girmediğim inanılmaz oyunculukları ile kesinlikle kaçırılmaması gereken bir oyun. Oyun bittiğinde en az oyuncular kadar siz de yorulmuş, sarsılmış, darmadağın olmuş halde buluyorsunuz kendinizi. Belki şartlar müsait olmadığı için, belki zaman kalmadığı için, belki de sırf tembellikten gitmediğimiz tiyatro sahnelerinin ve aynı sebeplerle sadece televizyon karesine sıkıştırdığımız oyuncuların sınırlarını görmek, yeteneklerine hayran kalmak adına bu oyun bir kere daha örnek olmuştu benim için.
      "Nafile Dünya"ya gelince daha kalabalık bir kadro ile seyircinin karşısına çıkıyor. Yine süprizi bozmamak adına detay vermek istemesem de günümüz olaylarını da çok ince, çok yerinde sahnelere yerleştirmeyi başarmış ekip. Bu oyunda özellikle dikkatimi çeken isim Selahattin Taşdöğen oldu.
Oyunculuk hızına yetişmek biz seyirciler için çok zor ve bir o kadar da keyifliydi. Tüm oyuncuların tek başlarına gösterdikleri performansları, gittiğinize pişman olmayacağınız bu oyunu gözlerinizin önünde bir şölene dönüştürmeyi başarıyor. Emre Kınay ise müzikal yeteneği ile de gönlümü bir kere daha fethetmeyi başardı, ne diyeyim!
       Sonuç olarak bir tiyatro listeniz varsa, bu oyunları da eklemeyi unutmayın lütfen. Eğer yoksa bunlarla birlikte bir liste yapmaya başlamanızı tavsiye ederim. İyi seyirler...

16 Ocak 2013 Çarşamba

Babam İçin


       Beklenmedik ne kadar çok olay yaşarız. Adını da, “hayat bu işte” koyarız. Ders alırız, aldığımız derslerle etrafımıza barikatlar kurarız. Bunlarla büyüdüğümüzü zannederiz. Büyümekle hiç kimsenin artık bizi incitmeyeceğine inanırız. Tutamayacağımız sözler de veririz bir de üstüne, kendimize. Hepsi o beklenmedik olayı atlatmanın ya da lehimize çevirmenin insani yollarıdır. Fakat öyle beklenmedik olaylar vardır ki neresini lehimize çevirirsek çevirelim, varlıklarını oldukları yerde neredeyse aynı şekilde korumaya devam ederler. Siz de, o da bilirsiniz orada öylece durup durduğunu.
       Öleli 14 sene olmuş. Yazıyla da on-dört! Normal hayata dönmeye çalıştığım zamanları hatırlıyorum. Bir vapurun kıç tarafında durmuş, köpük saçan motorun sesinde, geride bıraktığım ilçeye, insanlara, havanın ayazına rağmen açmış güneşe bakıyorum. Sanki her şey benim dışımda. Bu biraz şey gibi, taşıt tutması gibi. Gözünüz beyninize bir şeylerin hareket ettiğini söyler, iç kulağınız ise bunun bir hareket olmadığında ısrar eder ve mideniz bulanır. Hayatın devam eden akışına bakarken, kalbim hayatın durması gerektiğini söylüyordu bana. Midem bulanıyordu. Hayatın, babamın ölümüyle birlikte durmamasından dolayı midem bulanıyordu. Bana göre benim hayatım durmuştu çünkü!
       Bir de sonrası var bu işin tabii. Daha sonrası…
     Her türlü acıya  katlanabilen insan, unutuyor da. Otomatik yapıyor üstelik bunu. Hiç fark ettirmeden, zorlamadan, rahatsızlık vermeden. Vefasızlığa sebep olan da aynı eylem, insanı bir şekilde ayakta tutmaya yarayan da aynı eylem. Unutmak… Fakat bir hafıza kartını temizlemekten farklı bir yanı var bu unutma eyleminin insanoğlu tarafında. Aynı otomatik hareketle, nereden geldiğini bile anlamadan unuttuğunu zannettiklerini yine de hatırlıyor aniden. Eskiden nasıldı her şey biliyor, duyuyor, görüyor… Yeniden! Unutup gittiğin anların, beklenmedik bir anda bir fotoğraf karesi olarak eline düşmesi gibi. O anı görür görmez hatırlarsın ya hani, neler olmuştu, neden olmuştu, nasıl olmuştu… Ağzını doldura doldura anlatabilirsin şimdiki sevdiklerine artık.         
      Anlamaz oluyor insan bir de. Babasız büyümüş ya da babasıyla az çok bir ilişki kuramamış arkadaşlarının “çok şanslısın” sözlerini anlamıyor mesela. Anlamıyor, çünkü onun mukayesesini kendi kafasında yapamıyor ya da belki de bilerek yapmıyor. Tamamen babasızlığın değil, bir babayla büyümenin ne demek olduğunu biliyor çünkü. Onu tanıyor. “Zaman her şeyin ilacı” sözü kadar boş ve havada asılı kalıyor bu sözler de onun için. Oysa bir yandan biliyor onların özlemini ve babasızlıkla neleri kaçırdıklarını. Yine de kendi acısında kalmayı istiyor, tercih ediyor. İlle de… O zaman durduramadığı hayatı, bu acıya sabitlenerek böyle durdurmak istiyor kendince…
       Boşluklar oluyor bir de, belki de en kötüsü bu işin. Evde artık “eksik kişi” kalmak gibi hani. Daha önce rutininde olan bir çok şeyin mecburen değişmesi gibi… Başın sıkıştığında aklına gelen ilk ismin, bundan sonra artık hiç aklına gelmemesi gerektiğini sürekli kendine hatırlatman gibi... Eş dost toplantılarında gözünün sadece tek bir kişiyi araması gibi mesela. İş dönüş saatlerinde ayrı iskeleden inilmiş olsa da, aynı zamana denk vapur çıkışlarına rast geldiği için plansız bir buluşmayla, uzaktan görerek arkasından koşup, habersizce koluna girilecek kimsenin kalmaması gibi… Aylar boyunca kalabalığın içinde o tanıdık yüzü gördüğünü zannedip, kim bilir kaç kere yerinden sıçramak gibi… Yarım kalmış bir eylem gibi yani.
       Öleli 14 sene olmuş. Yazıyla da on-dört! Normal hayata devam ettiğim dönemdeyim şimdi. Sıcak evimde oturmuş, geçmişe bakıyorum. Unutuyorum, hatırlıyorum, özlüyorum… 

28 Kasım 2012 Çarşamba

Bu Yeni Değil, Bu Da Yeni Değil, Hele Bu, Hiç Değil!


Duyduğum, okuduğum, zaman zaman tartıştığım konular olur. Hepimizin de olur mutlaka. Bir şekilde doğruyu bulmak, kendi inandıklarımızı paylaşmak, deneyimlerimizle bunlara örnekler oluşturmak insani ihtiyacımızdır belki. Bazen sırf o tartışmadan galip çıkmak, bazen anlaşılmazlığın elinde umutsuzluğa düşmek, bazen de yepyeni ya da en azından öyle olduğunu düşündüğümüz fikirlere iki koldan sarılmak da bu ihtiyacın başka bir bölümünü oluşturur.
        Yaratılıştan beri insanın bir başka ihtiyacı da, daha doğrusu en başlıca eylemi de, gözünün önünde tüm çıplaklığı ile duran gerçeği değil de, gerçeğin dışında olabilecek her şeyi kabul etme eğilimidir. Bunu şuna benzetebiliriz. İnsanoğlu hani en umulmadık şeylere dayanır, katlanır, taşır, aşırtır, göze alır ya… Konu kendisiyle yüz yüze gelmek olunca,  gösterdiği tüm bu gözü pekliğe ters orantıyla bu eylemi reddeder. Ağır gelir, umursamaz, yok sayar. İşte bu yüzden de kendinden kaçmanın en güzel yolu olarak, ilgisini çekecek, dikkatini dağıtacak yeni oyuncaklar bulur kendine. İşin en trajik yanı ise burada başlar. Çünkü o yeni diye eline aldığı şey, çürümüş, kokuşmuş olmasına rağmen yeniden ısıtılarak kendi önüne sunulan zavallı bir yemektir.
         Böyle bir zaman için de benim de bu evren, enerji, kuantum, secret, işte adına her ne deniyorsa, üstelik kendi içinde daha da fazlasını taşıyan meselelere kafam takılı uzunca bir süredir. Bir yazının konusu olamayacak kadar kolları da var bunların. Her seferinde nedense şaşkın kalmak da benim payıma düşen bu tarafta.
         Çok basit tarafından bakmaya çalışacağım bu ilk seferde. İlk görünüşte nasıl durduğu ile ilgili kısmına. Hani şu koşarak kucakladığımız, “bu yeni işte” diyerek selamladığımız ya da öyle olmadığını bilsek de, bizi bizden uzaklaştırmasına bile hayran kalacağımız tarafından.
          İşin ana fikri neydi? Pozitif düşünce, pozitif elektrik, pozitif mesaj, elimizde tuttuğumuz fotoğraf, yüksek enerji, evrenin enerjisi artı kendi enerjimiz, çoğaltın siz işte… Karşılığında elde ettiğimiz isteklerimiz, hayallerimiz… Nasıl sunuldu bize? Bir anda dünyayı sarsan “Secret” kitabıyla belki. Ya da evreni yeniden keşfettiğimiz kuantumla. Belki de kendi ülkesinde popülerliğini çoktan kaybetmiş bir isimle… Özetine baktığımızda durum ne? Biz ne istersek onu alırız. Biz ne mesaj yollarsak onun cevabıyla yüz yüze geliriz. Aslında evren nötrdür. Şimdi buna bu kısıtlı düşüncemle baktığımda bana oldukça tanıdık geliyor. Bir blogda rastladığım Secret kitabının tamamen bir alıntı (kibarcasını söylüyorum) olduğunu okusam da, ilgilendiğim kesinlikle bu değil. Çünkü bunu okumasaydım da zamanında ve herkesçe de çok iyi bilinen bir kitabı öyle derin araştırmalar sonucunda bulmazdım. Direk aklıma gelirdi. %100 Düşünce Gücü. Size de tanıdık geldi mi? Üstelik sadece bu değil, elinize alacağınız milyon tane kendini geliştirme kitabından da aynı “mesajı” alırsınız. Bunun Tanrı inancıyla aynı olduğunu da kendi yine kıt aklımla kabul edemiyorum. Çünkü ne verirsek onu alıyorsak, demek ki evrene verdiğimiz bir ters mesaja karşı ters mesaj görmemiz de mümkün. Oysa Tanrı’da terslik (kötülük) barınmaz! Bunun yeni olmadığı bir yanda, dünyanın geneline baktığımızda, aç insanları, çocukları, tecavüzleri, ensest ilişkileri, savaşlara daha gitmeden en özelde insanların yaşadığı binlerce acıyı düşündüğümüzde bile bunun ne kadar eğreti durduğu bir gerçektir. Bu insanlar evrene nasıl bir mesaj yollamış olabilirler ki, böyle bir geri bildirimle karşı karşıya kalsınlar. Biraz etrafınızda olup bitenlere baksanız, yitip giden canların hayatlarını öğrenme cesaretini gösterebilseniz, hemen yanı başınızdaki hani, evrenin nötr olma ihtimalinin olmadığını kendi gözlerinizle görürsünüz. Sırça köşklerde oturup, düşünceler aleminde, ayaklar yerden kesilmiş, idealar dünyasında yaşamakla, gerçeği öğrenmek maalesef aynı düzlem üzerinde değildir. Haklı olarak cesaret ister. Kısaca bu yeni değildir!
            Çok yakın zamanda ise yine bu konuya bağlantılı bir başka konu düşüncemde yer edindi. Melek Mikail’in enerjisinden yararlanmak. Kendi aklımca yazıyı gördüğüm dergiyi, sayısını, yazarını özellikle dikkat ederek bir şeyler söyleme niyetimdeydim. Lakin bir araştırdım ki, konu sadece bir dergi kapsamında değilmiş. Hatta tek bir melek kapsamında da değilmiş. Fazla geçmişe gitmeden İsa’dan sonraki ilk kiliselere baktığınızda tam da aynı düşüncelerin, kilise içine sızdığını, Tanrı inancıyla birlikte aynı yerde devam ettirilmeye çalışıldığını, bir şekilde sapkın ve putperest bir ibadetin aynı yerde bulundurulmaya uğraşıldığını görürsünüz. Yok, ben ille de daha eskilere gitmek istiyorum diyorsanız, İsa’dan önceki dönemde de, bu tip eğilimlerin baş gösterdiği gerçeğini rahatlıkla araştırıp bulabilirsiniz. İnsan kendi eski küflenmiş giysilerini, temiz giysilerinin yanına koymak konusunda çok başarılı. Ne kadar acı ki insan, amiyane tabirle, geviş getirmeye devam ediyor. Yani maalesef bu da yeni değildir!
             Peki o bu şu derken, bütün bu inanışlar kişiyi nereye götürüyor. Sözde evren derken, sözde enerji derken, sözde melekler derken aslında ve aslında bir yaratanı işaret ettiğini söyleyen bu akımların yolu nereye çıkıyor. Bu karmaşa kişiyi sadece ve sadece “kendi”ne çıkarıyor. Yani “ben”e, benliğe, gurura… Sizi yine geçmişe götüreceğim. Hani şeytan var ya, eski gösterişli melek. Hani şu göz alıcı olan, Lusifer.  Lusifer’in Lusiferliğini kaybettiği nokta neresiydi biliyor musunuz? Tanrı gibi olma isteği! Aynı istekle de Adem ve Havva’yı ayarttı. İçinde kaynayan gururuyla, onların da aklını çeldi. Şeytani fikir denilen şey; ikna edici, göz dolduran, yenilesi, güzel bir meyve olarak sunulan düşünce! –mış gibi gösterme... Çok üzgünüm sizi hayal kırıklığına uğratacağım, ama kendini yüceltmeyi seven ve kendisine tapınan insanın hali de yeni değildir. Hele bu, hiç değildir!     
            Kendi hayatlarımıza bir bakarsak, tüm fırsat sitelerini elimizden geldiğince takip ederiz, yetmez alış veriş merkezlerinde kendi fırsatımızı kendimiz yaratırız. Markette hangi marka diğerinden hem daha kaliteli, hem daha uygun peşini kovalarız. Ya da mahalle pazarından taze taze alırız sebzenin meyvenin türlüsünü. Politika konusunda okumadığımız gazete kalmaz. Yetmez, dünyayı biz de kurtarırız dost sohbetlerimizde. Melo’nın kalede bile başarılı olması, Fernandes’in akıl almaz pasları, daha nice detaylarıyla futbol gurusu kesiliriz. Tam zamanlı bir “spor aşığı” olarak hayatımızı adarız sevdiğimiz renklere. Memleketin haline üzülür, sevinir, öne çıkar, geride kalır, yorum yapar, protestolara imzamızı atarız. Yardım kuruluşlarında sanal ya da doğrudan destek vermek için çaba sarf ederiz. Sosyal medya ise vazgeçilmezimizdir. Eleştirir, söver, küfreder, bela okuruz. Kendimizi “akıllı”, geri kalan herkesi de “beyinsiz” ilan ederiz. Tüm bunları yaparız, ama iş “Ben neye inanıyorum?” sorusuna gelince sınıfta kalırız. Neye inanıyor olursanız olun, inandıklarınızı elinize alın, cebinizde tuttuğunuz tüm taşları da kucağınıza dökün… Bir kere de öyle bakın. Tekrar tekrar bakın. Yukarıda saydığım tüm o işlere harcadığınız zamanın onda birini de bu sorunun cevabına verin. Kim bilir, belki bir müzice olur!                  

9 Kasım 2012 Cuma

Gezdiklerim, Gördüklerim

  Gideli neredeyse bir sene olacak. Bu sezonda da devam ettiğini düşünürsek güzel bir oyun için, tekrar bir teşvik olsun... 

     Fantastik makyajı, harika kostumleri, göz dolduran oyunculukları, müzikalitesi ile "Şark Dişçisi" izlemeye değer bir oyun olmuş. Hagop Baronyan'ın yazdığı, Boğos Çalgıcıoğlu'nun çevirisi ile Engin Alkan tarafından sahneye konmuş. Özellikle Çağlar Çorumlu, Sevil Akı, Sevinç Erbulak, Ümit Taşdöğen başta olmak üzere figüranına kadar herkes çok iyi bir performans sergiliyor. Müzikalde tek sıkıntı daha tempolu müziklerin sözlerinin anlaşılmasında zorluk yaşanmasıydı. Ama oyun genel anlamda o kadar güzel ki, bunlar gerçekten seyirci için çok da rahatsız edici olmuyor açıkçası. Daha çok hicve ve toplumsal eleştiriye yer veren Baronyan'ın bu oyunu da, yine İstanbul Ermenilerinin hayatlarından bir kesit oluşturuyor. Aile, evlilik, aldatma, aşk konularına nükteli şekilde yaklaşan Baronyan (1842-1891), Alkan'la ve bu dönemde aynı noktada buluşmuş. 
    Bütün bunlarla birlikte, Alkan'nın oyun kitapçığındaki yazısı oyuna kattığı değerden çok daha ileriye gidiyor:

 "Mimesis Dergisi'nin bir araştırması sayesinde tesadüfen haberdar olduğum Hagop Baronyan'la aylardır çocukluğumun geçtiği Samatya Sahakyan Nunyan'ın (Ermeni okulu) bahçesinde oyun arkadaşlarımlayım. Kulağımda hasta olduğumda Nüverik Yaya'nın (nine) bilmediğim dilde ettiği dualar, Mardik ve Mıgır'la bitmek bilmeyen gazoz kapağı rekabetleri... Kimdi hatırlamıyorum, mahalleye yeni taşınmış irice bir çocuktu, Jaklin'in boynundaki haçı koparıp yere fırlattığında nasıl da korkmuştuk. Yüzlerimizdeki şaşkınlığı ve o çocuk günlerine çok ağır gelen utancı hala unutamam... Barış içinde, özgür bir gelecek için geçmişin perdesini bir kez daha açalım. Hepinize iyi seyirler "