28 Kasım 2012 Çarşamba

Bu Yeni Değil, Bu Da Yeni Değil, Hele Bu, Hiç Değil!


Duyduğum, okuduğum, zaman zaman tartıştığım konular olur. Hepimizin de olur mutlaka. Bir şekilde doğruyu bulmak, kendi inandıklarımızı paylaşmak, deneyimlerimizle bunlara örnekler oluşturmak insani ihtiyacımızdır belki. Bazen sırf o tartışmadan galip çıkmak, bazen anlaşılmazlığın elinde umutsuzluğa düşmek, bazen de yepyeni ya da en azından öyle olduğunu düşündüğümüz fikirlere iki koldan sarılmak da bu ihtiyacın başka bir bölümünü oluşturur.
        Yaratılıştan beri insanın bir başka ihtiyacı da, daha doğrusu en başlıca eylemi de, gözünün önünde tüm çıplaklığı ile duran gerçeği değil de, gerçeğin dışında olabilecek her şeyi kabul etme eğilimidir. Bunu şuna benzetebiliriz. İnsanoğlu hani en umulmadık şeylere dayanır, katlanır, taşır, aşırtır, göze alır ya… Konu kendisiyle yüz yüze gelmek olunca,  gösterdiği tüm bu gözü pekliğe ters orantıyla bu eylemi reddeder. Ağır gelir, umursamaz, yok sayar. İşte bu yüzden de kendinden kaçmanın en güzel yolu olarak, ilgisini çekecek, dikkatini dağıtacak yeni oyuncaklar bulur kendine. İşin en trajik yanı ise burada başlar. Çünkü o yeni diye eline aldığı şey, çürümüş, kokuşmuş olmasına rağmen yeniden ısıtılarak kendi önüne sunulan zavallı bir yemektir.
         Böyle bir zaman için de benim de bu evren, enerji, kuantum, secret, işte adına her ne deniyorsa, üstelik kendi içinde daha da fazlasını taşıyan meselelere kafam takılı uzunca bir süredir. Bir yazının konusu olamayacak kadar kolları da var bunların. Her seferinde nedense şaşkın kalmak da benim payıma düşen bu tarafta.
         Çok basit tarafından bakmaya çalışacağım bu ilk seferde. İlk görünüşte nasıl durduğu ile ilgili kısmına. Hani şu koşarak kucakladığımız, “bu yeni işte” diyerek selamladığımız ya da öyle olmadığını bilsek de, bizi bizden uzaklaştırmasına bile hayran kalacağımız tarafından.
          İşin ana fikri neydi? Pozitif düşünce, pozitif elektrik, pozitif mesaj, elimizde tuttuğumuz fotoğraf, yüksek enerji, evrenin enerjisi artı kendi enerjimiz, çoğaltın siz işte… Karşılığında elde ettiğimiz isteklerimiz, hayallerimiz… Nasıl sunuldu bize? Bir anda dünyayı sarsan “Secret” kitabıyla belki. Ya da evreni yeniden keşfettiğimiz kuantumla. Belki de kendi ülkesinde popülerliğini çoktan kaybetmiş bir isimle… Özetine baktığımızda durum ne? Biz ne istersek onu alırız. Biz ne mesaj yollarsak onun cevabıyla yüz yüze geliriz. Aslında evren nötrdür. Şimdi buna bu kısıtlı düşüncemle baktığımda bana oldukça tanıdık geliyor. Bir blogda rastladığım Secret kitabının tamamen bir alıntı (kibarcasını söylüyorum) olduğunu okusam da, ilgilendiğim kesinlikle bu değil. Çünkü bunu okumasaydım da zamanında ve herkesçe de çok iyi bilinen bir kitabı öyle derin araştırmalar sonucunda bulmazdım. Direk aklıma gelirdi. %100 Düşünce Gücü. Size de tanıdık geldi mi? Üstelik sadece bu değil, elinize alacağınız milyon tane kendini geliştirme kitabından da aynı “mesajı” alırsınız. Bunun Tanrı inancıyla aynı olduğunu da kendi yine kıt aklımla kabul edemiyorum. Çünkü ne verirsek onu alıyorsak, demek ki evrene verdiğimiz bir ters mesaja karşı ters mesaj görmemiz de mümkün. Oysa Tanrı’da terslik (kötülük) barınmaz! Bunun yeni olmadığı bir yanda, dünyanın geneline baktığımızda, aç insanları, çocukları, tecavüzleri, ensest ilişkileri, savaşlara daha gitmeden en özelde insanların yaşadığı binlerce acıyı düşündüğümüzde bile bunun ne kadar eğreti durduğu bir gerçektir. Bu insanlar evrene nasıl bir mesaj yollamış olabilirler ki, böyle bir geri bildirimle karşı karşıya kalsınlar. Biraz etrafınızda olup bitenlere baksanız, yitip giden canların hayatlarını öğrenme cesaretini gösterebilseniz, hemen yanı başınızdaki hani, evrenin nötr olma ihtimalinin olmadığını kendi gözlerinizle görürsünüz. Sırça köşklerde oturup, düşünceler aleminde, ayaklar yerden kesilmiş, idealar dünyasında yaşamakla, gerçeği öğrenmek maalesef aynı düzlem üzerinde değildir. Haklı olarak cesaret ister. Kısaca bu yeni değildir!
            Çok yakın zamanda ise yine bu konuya bağlantılı bir başka konu düşüncemde yer edindi. Melek Mikail’in enerjisinden yararlanmak. Kendi aklımca yazıyı gördüğüm dergiyi, sayısını, yazarını özellikle dikkat ederek bir şeyler söyleme niyetimdeydim. Lakin bir araştırdım ki, konu sadece bir dergi kapsamında değilmiş. Hatta tek bir melek kapsamında da değilmiş. Fazla geçmişe gitmeden İsa’dan sonraki ilk kiliselere baktığınızda tam da aynı düşüncelerin, kilise içine sızdığını, Tanrı inancıyla birlikte aynı yerde devam ettirilmeye çalışıldığını, bir şekilde sapkın ve putperest bir ibadetin aynı yerde bulundurulmaya uğraşıldığını görürsünüz. Yok, ben ille de daha eskilere gitmek istiyorum diyorsanız, İsa’dan önceki dönemde de, bu tip eğilimlerin baş gösterdiği gerçeğini rahatlıkla araştırıp bulabilirsiniz. İnsan kendi eski küflenmiş giysilerini, temiz giysilerinin yanına koymak konusunda çok başarılı. Ne kadar acı ki insan, amiyane tabirle, geviş getirmeye devam ediyor. Yani maalesef bu da yeni değildir!
             Peki o bu şu derken, bütün bu inanışlar kişiyi nereye götürüyor. Sözde evren derken, sözde enerji derken, sözde melekler derken aslında ve aslında bir yaratanı işaret ettiğini söyleyen bu akımların yolu nereye çıkıyor. Bu karmaşa kişiyi sadece ve sadece “kendi”ne çıkarıyor. Yani “ben”e, benliğe, gurura… Sizi yine geçmişe götüreceğim. Hani şeytan var ya, eski gösterişli melek. Hani şu göz alıcı olan, Lusifer.  Lusifer’in Lusiferliğini kaybettiği nokta neresiydi biliyor musunuz? Tanrı gibi olma isteği! Aynı istekle de Adem ve Havva’yı ayarttı. İçinde kaynayan gururuyla, onların da aklını çeldi. Şeytani fikir denilen şey; ikna edici, göz dolduran, yenilesi, güzel bir meyve olarak sunulan düşünce! –mış gibi gösterme... Çok üzgünüm sizi hayal kırıklığına uğratacağım, ama kendini yüceltmeyi seven ve kendisine tapınan insanın hali de yeni değildir. Hele bu, hiç değildir!     
            Kendi hayatlarımıza bir bakarsak, tüm fırsat sitelerini elimizden geldiğince takip ederiz, yetmez alış veriş merkezlerinde kendi fırsatımızı kendimiz yaratırız. Markette hangi marka diğerinden hem daha kaliteli, hem daha uygun peşini kovalarız. Ya da mahalle pazarından taze taze alırız sebzenin meyvenin türlüsünü. Politika konusunda okumadığımız gazete kalmaz. Yetmez, dünyayı biz de kurtarırız dost sohbetlerimizde. Melo’nın kalede bile başarılı olması, Fernandes’in akıl almaz pasları, daha nice detaylarıyla futbol gurusu kesiliriz. Tam zamanlı bir “spor aşığı” olarak hayatımızı adarız sevdiğimiz renklere. Memleketin haline üzülür, sevinir, öne çıkar, geride kalır, yorum yapar, protestolara imzamızı atarız. Yardım kuruluşlarında sanal ya da doğrudan destek vermek için çaba sarf ederiz. Sosyal medya ise vazgeçilmezimizdir. Eleştirir, söver, küfreder, bela okuruz. Kendimizi “akıllı”, geri kalan herkesi de “beyinsiz” ilan ederiz. Tüm bunları yaparız, ama iş “Ben neye inanıyorum?” sorusuna gelince sınıfta kalırız. Neye inanıyor olursanız olun, inandıklarınızı elinize alın, cebinizde tuttuğunuz tüm taşları da kucağınıza dökün… Bir kere de öyle bakın. Tekrar tekrar bakın. Yukarıda saydığım tüm o işlere harcadığınız zamanın onda birini de bu sorunun cevabına verin. Kim bilir, belki bir müzice olur!                  

9 Kasım 2012 Cuma

Gezdiklerim, Gördüklerim

  Gideli neredeyse bir sene olacak. Bu sezonda da devam ettiğini düşünürsek güzel bir oyun için, tekrar bir teşvik olsun... 

     Fantastik makyajı, harika kostumleri, göz dolduran oyunculukları, müzikalitesi ile "Şark Dişçisi" izlemeye değer bir oyun olmuş. Hagop Baronyan'ın yazdığı, Boğos Çalgıcıoğlu'nun çevirisi ile Engin Alkan tarafından sahneye konmuş. Özellikle Çağlar Çorumlu, Sevil Akı, Sevinç Erbulak, Ümit Taşdöğen başta olmak üzere figüranına kadar herkes çok iyi bir performans sergiliyor. Müzikalde tek sıkıntı daha tempolu müziklerin sözlerinin anlaşılmasında zorluk yaşanmasıydı. Ama oyun genel anlamda o kadar güzel ki, bunlar gerçekten seyirci için çok da rahatsız edici olmuyor açıkçası. Daha çok hicve ve toplumsal eleştiriye yer veren Baronyan'ın bu oyunu da, yine İstanbul Ermenilerinin hayatlarından bir kesit oluşturuyor. Aile, evlilik, aldatma, aşk konularına nükteli şekilde yaklaşan Baronyan (1842-1891), Alkan'la ve bu dönemde aynı noktada buluşmuş. 
    Bütün bunlarla birlikte, Alkan'nın oyun kitapçığındaki yazısı oyuna kattığı değerden çok daha ileriye gidiyor:

 "Mimesis Dergisi'nin bir araştırması sayesinde tesadüfen haberdar olduğum Hagop Baronyan'la aylardır çocukluğumun geçtiği Samatya Sahakyan Nunyan'ın (Ermeni okulu) bahçesinde oyun arkadaşlarımlayım. Kulağımda hasta olduğumda Nüverik Yaya'nın (nine) bilmediğim dilde ettiği dualar, Mardik ve Mıgır'la bitmek bilmeyen gazoz kapağı rekabetleri... Kimdi hatırlamıyorum, mahalleye yeni taşınmış irice bir çocuktu, Jaklin'in boynundaki haçı koparıp yere fırlattığında nasıl da korkmuştuk. Yüzlerimizdeki şaşkınlığı ve o çocuk günlerine çok ağır gelen utancı hala unutamam... Barış içinde, özgür bir gelecek için geçmişin perdesini bir kez daha açalım. Hepinize iyi seyirler "