29 Mart 2012 Perşembe

Düş Gücü...


Dünyayı sevginin kurtaracağı –bir şarkıda dediği gibi- gerçeği aslında kişinin kendi içinde yapacağı çok küçük bir yolculukla bile aşikardır. Ekonomik olarak elde edilen güçler, belli bir titre sahip olmanın getirdiği iyi olma hali, yani egonun tatmini de aslında bir yere kadar doyurucudur. İnsanın peşine düştüğü hayalleri sevgi’yi yakalamak, tutmak, kaybetmek,  büyütmek, yaşamak içindir çoğunlukla. Geri dönüşleri, pişmanlıkları, sorgulamaları…
En özel yeri düşünceleridir insanın. Anılarını biriktirdiği, hayallerini büyüttüğü, umutlarını perçinlediği, geleceğini süslediği, ulaşamadıklarını, özlemlerini düşlediği. En ulaşılmaz yeri üstelik, en mahremi, en gizemlerle dolu olanı. Sadece ve sadece kendine ait, kimsenin giremediği. Orada, sadece orada yaşayabileceği benzersiz bir dünyayı yeniden yaratacağı, yeniden yaşayabileceği, olmadı silip, baştan başlayabileceği. Uçsuz bucaksız kocaman bir evren, düşüncelerimiz…
Kim bunu nasıl anlamlandırıyor olursa olsun, tanımı ne olursa olsun, insanın içinde hep var olan, kimi zaman aktarılmış, kimi zaman aktarılmamış… Siz ona ne ad verirseniz o adı almaya hazır. Ama yeni değil, ilk değil. İnsanın varoluş sebebini bilme, bulma ve bu oluşu anlamlı kılma adına yaptığı kendi iç yolculukları, tüm hücrelerine dahil edebileceği bir yaşam. Asla uyanmak istemeyeceği bir rüya. Gerçek dünyayla birlikte ama tamamen de ayrı aynı zamanda. Bazen doğrunun ne olduğunu sorgulayan, bazen tüm doğrulara rağmen aykırı davranmayı arzulayan, ya da bazen her şeyi bir görece haline getirmeyi amaçlayan. Durulmaz, sınırlanmaz düşüncelerimiz. Söze dönüşmesi önemli değil üstelik. Kendini gerçekleştirme isteği tüm ihtiyaçlarını, bu dünyadaki duruş sebebini sorgularken, o piramitteki belki de en özel yerde gizliliği. Ait olma ve sevilme…
Severseniz hareket etmeden yapamazsınız çünkü. Mutlaka bir şey yapmak istersiniz. Ulaşabildiğinizde görecelidir bu, eylemseldir. Ulaşamadığınızda ise düşüncelerinizde en dipte yerini alır. En önemlisi ise işte bu derin dünyanın gizemini elinizde tuttuğunuzu bilmek, değerini kavramak, iliklerinize kadar yaşamak için gereken tüm düşünsel çarkları aktive etmektir. Hepsi sizin neyi bilmek, neyi görmek, neyi tanımak istediğinize dairdir. Yaşamın kısa bir soluk olduğu gerçeğini de ekleyince üstelik…

5 Mart 2012 Pazartesi

Ertelemek...


Hayatımız planlar ve bunları yapma ya da erteleme üzerine kurulur bazen. Bazen plan da yapmayız, kendi doğal akışında gider her şey.  Yine de şimdi olmasın, sonrasında kalsınlarımız vardır bir köşede. Bizi bekler.
Zamansızlık, parasızlık, keyifsizlik, cesaretsizlik, inançsızlık... Bekler bir şekilde. Ne garip dünya ertelemeden dönmeye devam ederken, hep yanımızda zannettiklerimizin ne kadar kolaylıkla uzağımıza geçebileceğini düşünmeden yaşarken, erteleriz.  Oralarda bir yerlerde tamamlanacak işler, yapılacak programlar, hedefler, düzenler,  sanki olmazsa olmaz amaçlarımız gibi, bizi ayakta tutan umutlar gibi ertelenir ve beklerler bizi. Bu yüzden severiz de biraz ertelemeyi. Oysa bir nefes alışı kadar kısa, bir göz kırpışı kadar anlık ve elimizden uçup gidebilecekken hayat, ertelemek belki de sadece şu iki şey için mümkün değildir: Doğum ve ölüm. 
 Gerisi aslında koca bir hikaye gibi durup durur tüm o ertelemelerin içinde…