Beklenmedik
ne kadar çok olay yaşarız. Adını da, “hayat bu işte” koyarız. Ders alırız,
aldığımız derslerle etrafımıza barikatlar kurarız. Bunlarla büyüdüğümüzü
zannederiz. Büyümekle hiç kimsenin artık bizi incitmeyeceğine inanırız. Tutamayacağımız
sözler de veririz bir de üstüne, kendimize. Hepsi o beklenmedik olayı
atlatmanın ya da lehimize çevirmenin insani yollarıdır. Fakat öyle beklenmedik
olaylar vardır ki neresini lehimize çevirirsek çevirelim, varlıklarını
oldukları yerde neredeyse aynı şekilde korumaya devam ederler. Siz de, o da
bilirsiniz orada öylece durup durduğunu.
Öleli 14 sene olmuş. Yazıyla da on-dört!
Normal hayata dönmeye çalıştığım zamanları hatırlıyorum. Bir vapurun kıç
tarafında durmuş, köpük saçan motorun sesinde, geride bıraktığım ilçeye,
insanlara, havanın ayazına rağmen açmış güneşe bakıyorum. Sanki her şey benim
dışımda. Bu biraz şey gibi, taşıt tutması gibi. Gözünüz beyninize bir şeylerin
hareket ettiğini söyler, iç kulağınız ise bunun bir hareket olmadığında ısrar
eder ve mideniz bulanır. Hayatın devam eden akışına bakarken, kalbim hayatın
durması gerektiğini söylüyordu bana. Midem bulanıyordu. Hayatın, babamın
ölümüyle birlikte durmamasından dolayı midem bulanıyordu. Bana göre benim hayatım
durmuştu çünkü!
Bir de sonrası var bu işin tabii. Daha sonrası…
Her türlü acıya katlanabilen insan, unutuyor da. Otomatik yapıyor üstelik bunu. Hiç fark ettirmeden, zorlamadan, rahatsızlık vermeden. Vefasızlığa sebep olan da aynı eylem,
insanı bir şekilde ayakta tutmaya yarayan da aynı eylem. Unutmak… Fakat bir hafıza kartını temizlemekten farklı bir yanı var bu unutma eyleminin insanoğlu tarafında. Aynı otomatik hareketle, nereden
geldiğini bile anlamadan unuttuğunu zannettiklerini yine de hatırlıyor aniden. Eskiden
nasıldı her şey biliyor, duyuyor, görüyor… Yeniden! Unutup gittiğin anların,
beklenmedik bir anda bir fotoğraf karesi olarak eline düşmesi gibi. O anı görür
görmez hatırlarsın ya hani, neler olmuştu, neden olmuştu, nasıl olmuştu… Ağzını
doldura doldura anlatabilirsin şimdiki sevdiklerine artık.
Anlamaz oluyor insan bir de. Babasız
büyümüş ya da babasıyla az çok bir ilişki kuramamış arkadaşlarının “çok
şanslısın” sözlerini anlamıyor mesela. Anlamıyor, çünkü onun mukayesesini kendi
kafasında yapamıyor ya da belki de bilerek yapmıyor. Tamamen babasızlığın
değil, bir babayla büyümenin ne demek olduğunu biliyor çünkü. Onu tanıyor.
“Zaman her şeyin ilacı” sözü kadar boş ve havada asılı kalıyor bu sözler de
onun için. Oysa bir yandan biliyor onların özlemini ve babasızlıkla neleri
kaçırdıklarını. Yine de kendi acısında kalmayı istiyor, tercih ediyor. İlle de…
O zaman durduramadığı hayatı, bu acıya sabitlenerek böyle durdurmak istiyor
kendince…
Boşluklar oluyor bir de, belki de
en kötüsü bu işin. Evde artık “eksik kişi” kalmak gibi hani. Daha önce
rutininde olan bir çok şeyin mecburen değişmesi gibi… Başın sıkıştığında aklına
gelen ilk ismin, bundan sonra artık hiç aklına gelmemesi gerektiğini
sürekli kendine hatırlatman gibi...
Eş dost toplantılarında gözünün sadece tek bir kişiyi araması gibi mesela. İş
dönüş saatlerinde ayrı iskeleden inilmiş olsa da, aynı zamana denk vapur
çıkışlarına rast geldiği için plansız bir buluşmayla, uzaktan görerek
arkasından koşup, habersizce koluna girilecek kimsenin kalmaması gibi… Aylar
boyunca kalabalığın içinde o tanıdık yüzü gördüğünü zannedip, kim bilir kaç
kere yerinden sıçramak gibi… Yarım kalmış bir eylem gibi yani.
Öleli 14 sene olmuş. Yazıyla da on-dört!
Normal hayata devam ettiğim dönemdeyim şimdi. Sıcak evimde oturmuş, geçmişe
bakıyorum. Unutuyorum, hatırlıyorum, özlüyorum…