24 Kasım 2014 Pazartesi

Interstellar ya da The Lazarus Mission

"İsa ağladı." Bu cümle İncil'de Yuhanna'nın 11.bölümünün 35.ayetidir ve İncil'deki en kısa ayettir. Lakin söz konusu olay bu dramatik sonla noktalanmaz. İsa Lazar'ı diriltir. Herkesin gözü önünde, sarılmış olduğu kefene rağmen Lazar mezardan çıkar.
Interstaller filmi bilim-kurgu sevenler için ne kadar doyurucuydu bilemiyorum (ki bir çok kişinin çok büyük beğenisini kazandığı bir gerçek); ama benim gibi bu tarz filmler sevmeyen biri için bile yeterince güzel bir kurgudaydı. Kucak dolusu duygusallık, bir avuç aksiyon, bir çimdik espiri ile seyirci ile arasında yeterli bağı kuruyordu. Müzikleri ile ilgili de bir çok şey duymuş olsam da nedense beni benden alan bir fon müziği bulamadım kendime. Görselliğinde ise ben çok daha fazlasını beklemiş olacağım ki kendimi o uzayda kaybedemedim maalesef. Belki de bilim-kurgunun gerçekten bir kurgu olduğunu bilmem gördüklerimin de benim için görsel şölene dönüşmesine engel oldu. Bilimsel açıdan ise incelemem mümkün değil. Karadeliğin içinden  5.boyuta çıkılabilir mi, çıkılamaz mı bunlar elbette benim takıldığım noktalar da değil. Mutlaka bilimsel birçok veriye dayanıyordur senaryo. Ayrıca senaristlerin, yazarların, istedikleri kadar uçma hakkına sahip olduklarına inanıyorum. Hayal gücüyse eğer sonuna kadar kullanma özgürlüğüne sahipler. Bunun yanında şunu da es geçmemek gerekir; True Detective ile gönlüme taht kuran Matthew McConaughey oyunculuk gücünü yine bu filmde de konuşturuyor.
Ben konunun kendi açımdan bir başka yönüne dokunmak istiyorum. Genelde hep ya uzaylılardan korkar, ya uzaylılardan medet umar ya da zaten hep uzaylılar himayesinde yaşadığımızı öngören yapımlar, yazılar bulmamız ve rast gelmemiz birçok açıdan bıktırıcı olmuşken film bu açıdan seyirciyi bambaşka bir sona götürüyor. İnsanın yine insana duyduğu sevgi, aralarındaki duygusal bağ, aslında tüm o boyutların ötesinde tutunabilecek tek umut olarak veriliyor. Çaresizliğin içinde görüp görebileceğimiz tek ışık yine insan gücümüz oluyor. İnsanın tanrısallaştırılmasına çoktan alışmış olsak da bilim-kurgu filmleri içinde kedine yekten bir yer ediniyor. Fakat işin ilginci bu işi başlatan Nasa'nın bu "kurtarma görevine" "The Lazarus Mission" adını vermesi. Nolan kardeşler öyle olacak ki hala eteklerini Tanrı'nın gölgesinden kurtaramamışlar. Tanrı'yı ekarde edip, yerine insanı koymanın çok da dahice bir fikir olduğunu ben düşünmesem de, elinde hiçbir umudu kalmayan insana "umut sensin"  mesajı vermek filmin pazarlaması açısından oldukça dahice. Bu konuda birbiri ile aynı bir çok kitabın satış rekorları kırması, insanların hala bu "umut"tan bıkmaması Nolan'lar için de yeterli olmuş. Gittikçe daha da kötüleşen dünyanın, önüne geçilemez savaşların, yok oluşların içinde kendi başına yine kendi bilinçsiz kötülüğü içinde çırpınan insan için yine ve hala  vazgeçemediği bir umut bu film bu yüzden de. Hala insana güvenen insan için "bunu yapabiliriz" dedirten ve salondan çıktığında yeni bir gezegene adım atmış kadar mutlu insanlar olmuştır elbette.
En başa dönersek Nolan kardeşler ironik bir şekilde insanlığı kurtarma görevine Lazar'ın ismini verseler de, Lazar'ın dirilmesi, sadece İsa'ya inanmayanların  ya da inananların tanık olduğu bir olay değildi. Sadece büyük bir mucize de değildi. Orada bu mucizeden önce gerçekleşen  çok daha başka  bir şey vardı. Göz yaşı! Dostunu kaybeden bir adamın göz yaşıydı o... Çocuğunu kaybeden bir babanın göz yaşı... Bunu yeniden hafızama kazımam ve yaşamımda "Tanrı kim?" sorusuna verdiğim cevabı yeniden kendime hatırlatmam bu filmden benim payıma düşen şey oldu. 
Gidin filmi görün ve siz de bu soruyu kendinize sorun. İyi seyirler...

16 Ocak 2014 Perşembe

Yine Mi Hüzün?

Her mevsim kendine özeldir. Yani kimi için hüzünlü, kimi için vazgeçilmez olan sonbahar ille de yapraklarını döker. Ya da soğuktan donmuş tüm hücrelere adeta nokta atışı yaparak ilaç gibi gelen yaz, kimi için hayattır da, kimi için bir an önce geçip gitmesini beklediği bir cezadır. Yine de yaz yazlığını yapmaktan geri duramaz.
Sevdiklerini kaybetmiş insanların kaçınılmaz bir biçimde içine düştükleri bir duygu durumudur hüzün. Tıpkı bir mevsim gibi… O sinsi ve pis karanlığın sessizce gelip sevdiğinizin yakasına yapışarak yavaşça sizden uzaklaştırmaya başladığı dönem de olabilir bu, o kaybı hatırlatacak başka özel bir gün de… Yine tıpkı bir mevsim gibi kendiliğinden gelir. Çoğu zaman kimseyle de paylaşmadığınız bir zamandır. Acıyla besleniyor gözükmekten korkarsınız çünkü. Geçen onca zamana rağmen “yine mi hüzün”dür belki diğerleri için.  Gerçek bir depresyon gibi sizi sarıp sarmalamaz zaten. Dış dünyada her şey yolundayken içeride bir yerde hüzünle yüz yüze gelip hesaplaşma yaptığınız bir tekrar zamanıdır sadece. Dolayısıyla sizin varlığınızın bu hesaplaşmada yeri yoktur. Zaman zaman kulak kabartıp neler konuşulduğunu duymaya çalışsanız bile, bu sürece sadece ev sahipliği yaparak eşlik edersiniz.

Yine de hüzündür işte! O boşluğun dolduğu bir yalandır. Zamanla alıştığınız ya da yaşamayı öğrendiğiniz şeye doldu demek düpedüz bir sanrıdır. Tüm o alışma ve öğrenme süreci içinde size tek gerçek Şifayı Veren’in bu dünyadaki elleriyle geçer zaman. Tüm yapıyı ayakta tutan iki dev sütun gibi yanı başınızdaki Şifacı! Her düştüğünüzde kolunuzdan tutan, her devrildiğinizde yeniden sıkı sıkı sarıldığınız Güç! Bu yüzden bilirsiniz o hüznün bir kaçış olmadığını, bir korkaklık, bir bağımlılık… O hüzün eski  bir tanıdık gibi gelir, biraz durur, bir merhaba der ve gider. Sonra ne olur bilir misiniz? O tanıdık huzurun yeniden sizi dolduruşunu hayranlıkla izlemeye başlarsınız. Yeniden doğar, tazelenir ve yeni bir mevsime geçersiniz. Kim bilir belki minik bir parça yaş da içinize akar bir sonraki hüzün mevsimine kadar…