30 Aralık 2013 Pazartesi

Zorlu 2Cellos

        Aylar önce alınmış biletlerin zamanının gelmiş olduğuna inanamadığım günlerden biriydi bugün. Yani 27 Aralık 2013 Zorlu Center'daki 2Cellos konserine nihayet gidebileceğim gündü. İş yerinde tüm zamanımı da internetten 2Cellos dinleyerek geçirdim. Bir nevi geceye hazırlık... Videolarını seyrederken o inanılmaz performanslarının canlı olarak nasıl bir değişim göstereceği, en azından benim üzerimdeki etkisinin nasıl olacağı konusu çok da üzerinde durduğum bir soru değildi. Sonuçta çok iyi bir dinleti olacağı zaten aşikardı.        Tüm günü geçirip sıra konser alanına gitmeye geldiğinde artık bende heyecan doruktaydı. Gözünü sevdiğimin metrobüsüyle bir çırpıda Zorlu'da bulduk kendimizi. Özellikle dikkatimi çeken şey, herhangi bir güvenlik görevlisi ve güvenlik kontrolü olmadığı halde içeri girdik. AVM'lerimize eklenmiş yeni bir tüketim cennetinin içinden, büyük bir alanı kaplayan kültür cennetine geçiş yaptık. Girişin aksine her adım başı görevlilerin bulunduğu bu gösterişli bölümde konser zamanını doldurmaya başladık. Balkon kısmını görememiş olsam da sahne önündeki alanın tamamı doldu. Fakat ne yazık ki konser, başlama saati 21.00 olmasına rağmen, 21:30 da başladı. Ben diyeyim sosyetemizin ağırlığı, siz diyin cuma trafiği...
         Öyle sözler vardır ki, sizde gerçekleştiği zaman o sözlerin ortaya çıkışı da daha bir anlamlı  olur. Daha somut ve elle tutulur hale gelir adeta. Bu gece de benim için tam da öyle oldu. Ellerimi birbirine kenetleyip, nasıl olduğunu bile anlamadan taş kesilip, rahatça koltuğuma yaslanıp izlemektense, neredeyse sahneye atlamaya hazır bir psikopat hayran edasıyla tüm konser soluksuz kaldım. Sadece bir ara eşimin beni dürtüp, kendime gelmem ve rahatlamam için beni uyardığını hatırlıyorum. Benim de buna karşılık hayal meyal "Ben şoktayım şimdi." dediğimi... İnternetten izlerken az çok performanslarının nasıl bir düzeyde olduğunu bilmekle, onları canlı dinlemek arasında farka şahitlik etmek, gece için ödediğim ve benim için oldukça yüksek olan tutarı çoktan unutturmuştu. Bir enstrümanı çalmakla, yaşamak ve ona aşık olmak arasındaki farkın ne demek olduğunun iki net örneğiydi karşımda duran bu iki Hırvat çellocu. Üstelik onlara eşlik eden bateristi de bu anlamda es geçmemek gerek. Fosforlu bagetleri ise gecenin en afilli görseliydi. Görsellik demişken müziğe eşlik eden ışık sistemi de konser içinde yüksek puan alan  bir başka detaydı.
           Konserle ilgili söylenecek çok söz olsa da özellikle Zorlu Center'da olmasının, bilet fiyatlarının yüksekliği ile de doğru orantılı zor tepki veren bir seyirciye karşı çalıyor olmaları gibi bir faktörü doğurmuş olduğunu gördük. Bu da öyle zannediyorum ki bu iki çellocuyu biraz hayal kırıklığına uğrattı. Konser sonrası verdikleri imza ile biraz daha yakınlaştıkları seyircileri, umarım onlar için yeterli bir teselli olmuştur. Koca arenalarda büyük seyirci kitlelerine çalmış ve büyük reaksiyon almış iki sanatçı olarak, bir kısım seyirci yüzünden tepki verecek diğer seyircilerin de bir şekilde kendilerini durdurdukları bir gecede, en özel sürpriz de, bis için geri geldikleri sahnede Tarkan'ın "Şımarık" şarkısının salonda yankılanmasıydı. Sahnede onlara eşlik etmek üzere seçilen iki kızımızın neden oraya çıkarıldıkları sorusu  da aklınızdan hiç gitmeyecek gecenin bir diğer rahatsız edici sürpriziydi maalesef.
            Harbiye Açık Havada yapılacak bir yaz konserinin 2Cellos'a daha çok yakışacağını düşünüyorum. Daha ucuz bilet fırsatlarıyla donatılmış bir konser için, üstelik konserinden haberdar bile olamamış hayranları, hem de gerçek hayranları ile buluşabilmeleri için bana göre daha uygun bir ortam olacaktır. Sonuç olarak kulaklarınızdan asla silinmeyecek müzikleri ile sizi nefessiz bırakabilecek bu iki adamı mutlaka müzik listenize ekleyin.


5 Kasım 2013 Salı

Gezdiklerim, Gördüklerim

    Geçtiğimiz cumartesi (2 Kasım 2013) Kozzy Alışveriş Merkezinde bulunan Gazanfer Özcan sahnesinde Duru Tiyatro'nun oyunu olan "Nafile Dünya"yı seyrettik. Tiyatro ve sinemanın o gizemli dünyasında  kaybolmaya aşık biri olarak oyun öncesi her zamanki gibi heyecan ve merakla doluydum. Beklentime uygun bir oyun ve performansla karşılaşacağıma da neredeyse adım gibi emindim. Özellikle geçtiğimiz senelerde aynı tiyatronun "Sondan Sonra" oyununu seyretmiş olmak benim için yeterli bir referanstı. Belki de öncelikle bu oyundan kısaca bahsetmek daha yerinde olur.
   Emre Kınay ve Ahu Türkpençe'nin birlikte oynadıkları oyunun konusunu tiyatronun kendi sitesinde bulabilirsiniz. Bir tiyatroda görmeye belki hazır olmadığınız ya da hiç rast gelmediğiniz sahneleri  görmeye, yaşayamaya hazır olun derim ben. Oyunu izlerken yaşadığım gerginliği, bunu canlı bir şekilde gözlerimin önünde yaşayan oyuncuları, oyunu çok fazla deşifre etmekten çekindiğim ayrıntıya girmediğim inanılmaz oyunculukları ile kesinlikle kaçırılmaması gereken bir oyun. Oyun bittiğinde en az oyuncular kadar siz de yorulmuş, sarsılmış, darmadağın olmuş halde buluyorsunuz kendinizi. Belki şartlar müsait olmadığı için, belki zaman kalmadığı için, belki de sırf tembellikten gitmediğimiz tiyatro sahnelerinin ve aynı sebeplerle sadece televizyon karesine sıkıştırdığımız oyuncuların sınırlarını görmek, yeteneklerine hayran kalmak adına bu oyun bir kere daha örnek olmuştu benim için.
      "Nafile Dünya"ya gelince daha kalabalık bir kadro ile seyircinin karşısına çıkıyor. Yine süprizi bozmamak adına detay vermek istemesem de günümüz olaylarını da çok ince, çok yerinde sahnelere yerleştirmeyi başarmış ekip. Bu oyunda özellikle dikkatimi çeken isim Selahattin Taşdöğen oldu.
Oyunculuk hızına yetişmek biz seyirciler için çok zor ve bir o kadar da keyifliydi. Tüm oyuncuların tek başlarına gösterdikleri performansları, gittiğinize pişman olmayacağınız bu oyunu gözlerinizin önünde bir şölene dönüştürmeyi başarıyor. Emre Kınay ise müzikal yeteneği ile de gönlümü bir kere daha fethetmeyi başardı, ne diyeyim!
       Sonuç olarak bir tiyatro listeniz varsa, bu oyunları da eklemeyi unutmayın lütfen. Eğer yoksa bunlarla birlikte bir liste yapmaya başlamanızı tavsiye ederim. İyi seyirler...

16 Ocak 2013 Çarşamba

Babam İçin


       Beklenmedik ne kadar çok olay yaşarız. Adını da, “hayat bu işte” koyarız. Ders alırız, aldığımız derslerle etrafımıza barikatlar kurarız. Bunlarla büyüdüğümüzü zannederiz. Büyümekle hiç kimsenin artık bizi incitmeyeceğine inanırız. Tutamayacağımız sözler de veririz bir de üstüne, kendimize. Hepsi o beklenmedik olayı atlatmanın ya da lehimize çevirmenin insani yollarıdır. Fakat öyle beklenmedik olaylar vardır ki neresini lehimize çevirirsek çevirelim, varlıklarını oldukları yerde neredeyse aynı şekilde korumaya devam ederler. Siz de, o da bilirsiniz orada öylece durup durduğunu.
       Öleli 14 sene olmuş. Yazıyla da on-dört! Normal hayata dönmeye çalıştığım zamanları hatırlıyorum. Bir vapurun kıç tarafında durmuş, köpük saçan motorun sesinde, geride bıraktığım ilçeye, insanlara, havanın ayazına rağmen açmış güneşe bakıyorum. Sanki her şey benim dışımda. Bu biraz şey gibi, taşıt tutması gibi. Gözünüz beyninize bir şeylerin hareket ettiğini söyler, iç kulağınız ise bunun bir hareket olmadığında ısrar eder ve mideniz bulanır. Hayatın devam eden akışına bakarken, kalbim hayatın durması gerektiğini söylüyordu bana. Midem bulanıyordu. Hayatın, babamın ölümüyle birlikte durmamasından dolayı midem bulanıyordu. Bana göre benim hayatım durmuştu çünkü!
       Bir de sonrası var bu işin tabii. Daha sonrası…
     Her türlü acıya  katlanabilen insan, unutuyor da. Otomatik yapıyor üstelik bunu. Hiç fark ettirmeden, zorlamadan, rahatsızlık vermeden. Vefasızlığa sebep olan da aynı eylem, insanı bir şekilde ayakta tutmaya yarayan da aynı eylem. Unutmak… Fakat bir hafıza kartını temizlemekten farklı bir yanı var bu unutma eyleminin insanoğlu tarafında. Aynı otomatik hareketle, nereden geldiğini bile anlamadan unuttuğunu zannettiklerini yine de hatırlıyor aniden. Eskiden nasıldı her şey biliyor, duyuyor, görüyor… Yeniden! Unutup gittiğin anların, beklenmedik bir anda bir fotoğraf karesi olarak eline düşmesi gibi. O anı görür görmez hatırlarsın ya hani, neler olmuştu, neden olmuştu, nasıl olmuştu… Ağzını doldura doldura anlatabilirsin şimdiki sevdiklerine artık.         
      Anlamaz oluyor insan bir de. Babasız büyümüş ya da babasıyla az çok bir ilişki kuramamış arkadaşlarının “çok şanslısın” sözlerini anlamıyor mesela. Anlamıyor, çünkü onun mukayesesini kendi kafasında yapamıyor ya da belki de bilerek yapmıyor. Tamamen babasızlığın değil, bir babayla büyümenin ne demek olduğunu biliyor çünkü. Onu tanıyor. “Zaman her şeyin ilacı” sözü kadar boş ve havada asılı kalıyor bu sözler de onun için. Oysa bir yandan biliyor onların özlemini ve babasızlıkla neleri kaçırdıklarını. Yine de kendi acısında kalmayı istiyor, tercih ediyor. İlle de… O zaman durduramadığı hayatı, bu acıya sabitlenerek böyle durdurmak istiyor kendince…
       Boşluklar oluyor bir de, belki de en kötüsü bu işin. Evde artık “eksik kişi” kalmak gibi hani. Daha önce rutininde olan bir çok şeyin mecburen değişmesi gibi… Başın sıkıştığında aklına gelen ilk ismin, bundan sonra artık hiç aklına gelmemesi gerektiğini sürekli kendine hatırlatman gibi... Eş dost toplantılarında gözünün sadece tek bir kişiyi araması gibi mesela. İş dönüş saatlerinde ayrı iskeleden inilmiş olsa da, aynı zamana denk vapur çıkışlarına rast geldiği için plansız bir buluşmayla, uzaktan görerek arkasından koşup, habersizce koluna girilecek kimsenin kalmaması gibi… Aylar boyunca kalabalığın içinde o tanıdık yüzü gördüğünü zannedip, kim bilir kaç kere yerinden sıçramak gibi… Yarım kalmış bir eylem gibi yani.
       Öleli 14 sene olmuş. Yazıyla da on-dört! Normal hayata devam ettiğim dönemdeyim şimdi. Sıcak evimde oturmuş, geçmişe bakıyorum. Unutuyorum, hatırlıyorum, özlüyorum…