Duyduğum,
okuduğum, zaman zaman tartıştığım konular olur. Hepimizin de olur mutlaka. Bir
şekilde doğruyu bulmak, kendi inandıklarımızı paylaşmak, deneyimlerimizle
bunlara örnekler oluşturmak insani ihtiyacımızdır belki. Bazen sırf o
tartışmadan galip çıkmak, bazen anlaşılmazlığın elinde umutsuzluğa düşmek,
bazen de yepyeni ya da en azından öyle olduğunu düşündüğümüz fikirlere iki
koldan sarılmak da bu ihtiyacın başka bir bölümünü oluşturur.
Yaratılıştan beri insanın bir başka
ihtiyacı da, daha doğrusu en başlıca eylemi de, gözünün önünde tüm çıplaklığı
ile duran gerçeği değil de, gerçeğin dışında olabilecek her şeyi kabul etme
eğilimidir. Bunu şuna benzetebiliriz. İnsanoğlu hani en umulmadık şeylere dayanır,
katlanır, taşır, aşırtır, göze alır ya… Konu kendisiyle yüz yüze gelmek olunca, gösterdiği tüm bu gözü pekliğe ters orantıyla
bu eylemi reddeder. Ağır gelir, umursamaz, yok sayar. İşte bu yüzden de kendinden
kaçmanın en güzel yolu olarak, ilgisini çekecek, dikkatini dağıtacak yeni
oyuncaklar bulur kendine. İşin en trajik yanı ise burada başlar. Çünkü o yeni
diye eline aldığı şey, çürümüş, kokuşmuş olmasına rağmen yeniden ısıtılarak
kendi önüne sunulan zavallı bir yemektir.
Böyle bir zaman için de benim de bu
evren, enerji, kuantum, secret, işte adına her ne deniyorsa, üstelik kendi
içinde daha da fazlasını taşıyan meselelere kafam takılı uzunca bir süredir.
Bir yazının konusu olamayacak kadar kolları da var bunların. Her seferinde nedense
şaşkın kalmak da benim payıma düşen bu tarafta.
Çok basit tarafından bakmaya
çalışacağım bu ilk seferde. İlk görünüşte nasıl durduğu ile ilgili kısmına.
Hani şu koşarak kucakladığımız, “bu yeni işte” diyerek selamladığımız ya da
öyle olmadığını bilsek de, bizi bizden uzaklaştırmasına bile hayran kalacağımız
tarafından.
İşin ana fikri neydi? Pozitif
düşünce, pozitif elektrik, pozitif mesaj, elimizde tuttuğumuz fotoğraf, yüksek
enerji, evrenin enerjisi artı kendi enerjimiz, çoğaltın siz işte… Karşılığında
elde ettiğimiz isteklerimiz, hayallerimiz… Nasıl sunuldu bize? Bir anda dünyayı
sarsan “Secret” kitabıyla belki. Ya da evreni yeniden keşfettiğimiz kuantumla.
Belki de kendi ülkesinde popülerliğini çoktan kaybetmiş bir isimle… Özetine
baktığımızda durum ne? Biz ne istersek onu alırız. Biz ne mesaj yollarsak onun
cevabıyla yüz yüze geliriz. Aslında evren nötrdür. Şimdi buna bu kısıtlı
düşüncemle baktığımda bana oldukça tanıdık geliyor. Bir blogda rastladığım
Secret kitabının tamamen bir alıntı (kibarcasını söylüyorum) olduğunu okusam
da, ilgilendiğim kesinlikle bu değil. Çünkü bunu okumasaydım da zamanında ve
herkesçe de çok iyi bilinen bir kitabı öyle derin araştırmalar sonucunda
bulmazdım. Direk aklıma gelirdi. %100 Düşünce Gücü. Size de tanıdık geldi mi? Üstelik
sadece bu değil, elinize alacağınız milyon tane kendini geliştirme kitabından
da aynı “mesajı” alırsınız. Bunun Tanrı inancıyla aynı olduğunu da kendi yine
kıt aklımla kabul edemiyorum. Çünkü ne verirsek onu alıyorsak, demek ki evrene
verdiğimiz bir ters mesaja karşı ters mesaj görmemiz de mümkün. Oysa Tanrı’da
terslik (kötülük) barınmaz! Bunun yeni olmadığı bir yanda, dünyanın geneline
baktığımızda, aç insanları, çocukları, tecavüzleri, ensest ilişkileri,
savaşlara daha gitmeden en özelde insanların yaşadığı binlerce acıyı
düşündüğümüzde bile bunun ne kadar eğreti durduğu bir gerçektir. Bu insanlar
evrene nasıl bir mesaj yollamış olabilirler ki, böyle bir geri bildirimle karşı
karşıya kalsınlar. Biraz etrafınızda olup bitenlere baksanız, yitip giden
canların hayatlarını öğrenme cesaretini gösterebilseniz, hemen yanı başınızdaki
hani, evrenin nötr olma ihtimalinin olmadığını kendi gözlerinizle görürsünüz.
Sırça köşklerde oturup, düşünceler aleminde, ayaklar yerden kesilmiş, idealar
dünyasında yaşamakla, gerçeği öğrenmek maalesef aynı düzlem üzerinde değildir.
Haklı olarak cesaret ister. Kısaca bu yeni değildir!
Çok yakın zamanda ise yine bu
konuya bağlantılı bir başka konu düşüncemde yer edindi. Melek Mikail’in
enerjisinden yararlanmak. Kendi aklımca yazıyı gördüğüm dergiyi, sayısını,
yazarını özellikle dikkat ederek bir şeyler söyleme niyetimdeydim. Lakin bir
araştırdım ki, konu sadece bir dergi kapsamında değilmiş. Hatta tek bir melek
kapsamında da değilmiş. Fazla geçmişe gitmeden İsa’dan sonraki ilk kiliselere
baktığınızda tam da aynı düşüncelerin, kilise içine sızdığını, Tanrı inancıyla
birlikte aynı yerde devam ettirilmeye çalışıldığını, bir şekilde sapkın ve
putperest bir ibadetin aynı yerde bulundurulmaya uğraşıldığını görürsünüz. Yok,
ben ille de daha eskilere gitmek istiyorum diyorsanız, İsa’dan önceki dönemde
de, bu tip eğilimlerin baş gösterdiği gerçeğini rahatlıkla araştırıp
bulabilirsiniz. İnsan kendi eski küflenmiş giysilerini, temiz giysilerinin
yanına koymak konusunda çok başarılı. Ne kadar acı ki insan, amiyane tabirle, geviş
getirmeye devam ediyor. Yani maalesef bu da yeni değildir!
Peki o bu şu derken, bütün bu
inanışlar kişiyi nereye götürüyor. Sözde evren derken, sözde enerji derken,
sözde melekler derken aslında ve aslında bir yaratanı işaret ettiğini söyleyen
bu akımların yolu nereye çıkıyor. Bu karmaşa kişiyi sadece ve sadece “kendi”ne çıkarıyor.
Yani “ben”e, benliğe, gurura… Sizi yine geçmişe götüreceğim. Hani şeytan var
ya, eski gösterişli melek. Hani şu göz alıcı olan, Lusifer. Lusifer’in Lusiferliğini kaybettiği nokta
neresiydi biliyor musunuz? Tanrı gibi olma isteği! Aynı istekle de Adem ve
Havva’yı ayarttı. İçinde kaynayan gururuyla, onların da aklını çeldi. Şeytani
fikir denilen şey; ikna edici, göz dolduran, yenilesi, güzel bir meyve olarak
sunulan düşünce! –mış gibi gösterme... Çok üzgünüm sizi hayal kırıklığına uğratacağım, ama kendini yüceltmeyi seven ve
kendisine tapınan insanın hali de yeni değildir. Hele bu, hiç değildir!
Kendi hayatlarımıza bir bakarsak,
tüm fırsat sitelerini elimizden geldiğince takip ederiz, yetmez alış veriş
merkezlerinde kendi fırsatımızı kendimiz yaratırız. Markette hangi marka
diğerinden hem daha kaliteli, hem daha uygun peşini kovalarız. Ya da mahalle
pazarından taze taze alırız sebzenin meyvenin türlüsünü. Politika konusunda
okumadığımız gazete kalmaz. Yetmez, dünyayı biz de kurtarırız dost
sohbetlerimizde. Melo’nın kalede bile başarılı olması, Fernandes’in akıl almaz
pasları, daha nice detaylarıyla futbol gurusu kesiliriz. Tam zamanlı bir “spor
aşığı” olarak hayatımızı adarız sevdiğimiz renklere. Memleketin haline üzülür,
sevinir, öne çıkar, geride kalır, yorum yapar, protestolara imzamızı atarız.
Yardım kuruluşlarında sanal ya da doğrudan destek vermek için çaba sarf ederiz.
Sosyal medya ise vazgeçilmezimizdir. Eleştirir, söver, küfreder, bela okuruz.
Kendimizi “akıllı”, geri kalan herkesi de “beyinsiz” ilan ederiz. Tüm bunları
yaparız, ama iş “Ben neye inanıyorum?” sorusuna gelince sınıfta kalırız. Neye
inanıyor olursanız olun, inandıklarınızı elinize alın, cebinizde tuttuğunuz tüm
taşları da kucağınıza dökün… Bir kere de öyle bakın. Tekrar tekrar bakın.
Yukarıda saydığım tüm o işlere harcadığınız zamanın onda birini de bu sorunun
cevabına verin. Kim bilir, belki bir müzice olur!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder